ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ-TÜRKOLOJİ ARAŞTIRMALARI MERKEZİ
Anasayfa | Makale Bilgi Sistemi | Konu Dizini Yazarlar DiziniKaynaklar Dizini | Makale-Yazar Listesi |  Makale Sayısı-Tarih Listesi | Güncel Türkoloji Kaynakçası

Atatürk Araştırmaları || Çukurova Araştırmaları || Halkbilim || Dilbilim || Halk Edebiyatı || Yeni Türk Dili || Eski Türk Dili
Yeni Türk Edebiyatı || Eski Türk Edebiyatı || Dil Sorunları || Genel || Tiyatro || Çağdaş Türk Lehçeleri

 

KLASİK TÜRK ŞİİRİNDE ÜLKE VE ŞEHİRLERİN MEŞHUR ÖZELLİKLERİ

FAMOUS FEATURES OF COUNTRIES AND CITIES IN CLASSICAL TURKISH

POETRY

Emine YENİTERZİ1

Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi
The Journal of International Social Research
Volume: 3 Issue: 15

Klâsik Türk Edebiyatının Kaynakları Özel Sayısı
-Prof. Dr. Turgut KARABEY Armağanı-

Özet

Klasik Türk şiiri; kaynakları, malzemesi ve muhtevası yönünden büyük bir
zenginliğe sahiptir. Şiirde konu edilen coğrafya da aynı şekilde zenginlik ve çeşitlilik
gösterir. Osmanlı Devleti’nin üç kıtada geniş topraklara sahip olması yanında dünyadaki
diğer ülkelerle ticarî, siyasî ve kültürel ilişkileri sebebiyle şairler birçok ülke ve şehirden
söz ederler. Bu şehirler şiirde genellikle meşhur özellikleriyle birlikte yer alırlar. Örneğin;
Çiğil, Çin, Deylem, Diyâr-ı Rûm, Ferhâr, Helluh, Nevşâd, Tarâz ve Yağmâ güzelleriyle;
Bağdat halifelik makamı oluşu ve hırsızların çokluğu; Aden ve Bahreyn inci; Bedahşan
la’l, Nişabur fîrûze, Yemen akîk; Çin âhû, porselen, put, nakş, nakkâş; Halep kumaş ve
cam ürünleri; Hindistan baharat, tavus, papağan, fil, kılıç, hançer, inci ve yakut; Hatâ
misk, kumaş ve kâğıt; Isfahan sürme; Kâşân çini, akrep ve silahları; Keşmir yün, şal, gül;
Kirman kimyon ve kılıç; Mısır şeker, papağan ve kılıç; Şam kılıç, zırh gibi harp eşyaları,
şeker, çörek, gülsuyu ve cam işleri; Vâsıt da kalemle birlikte anılır. Makalede klasik
şiirde adı geçen ülke ve şehirlerin meşhur özellikleri örneklerle verilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Klasik Türk Edebiyatı, Divan, Ülke, Şehir, Meşhur,

Özellik.

Abstract

Classical Turkish poetry is very rich in terms of its sources, materials and
content. The geography that constitutes the topic of poetry also exhibits variety and
wealth. Due to the fact that the Ottoman Empire had lands that spread to three continents
and established commercial, political and cultural relationships with other countries of the
world, poets make mention of many countries and cities. These cities are generally
referred to in poetry with their famous features. For example; Çiğil, China, Deylem,
Anatolia, Ferhâr, Helluh, Nevşâd, Tarâz and Yağmâ are mentioned by virtue of their
beautiful girls; Baghdad by virtue of being the centre of caliphate and of its numerous
thieves; Aden and Bahreyn of their pearls; Bedahşan of ruby, Nişabur of turquoise,
Yemen of onyx; China of gazelles, porcelain, icons, illumination and illuminators;
Aleppo of fabric and glassware; India of spices, peacocks, parrots, elephants, swords,
daggers, pearls and rubies; Hatâ of musk, fabric and paper; Isfahan of mascara; Kâşân of
Chinaware, scorpions and weapons; Kashmir of wool, shawls and roses; Kirman of cumin
and swords; Egypt of sugar, parrots and swords; Damascus of war wares such as swords
and armour, sugar, pastry, rosewater and glassware; and Vâsıt of pencils. The paper lists

cities that are mentioned in classical poetry and their famous features with various
examples.

Key Words: Classical Turkish Literature, Divan, Country, City, Famous,

Feature.

Giriş

Klasik Türk şiiri; dinî, tasavvufî, tarihî, coğrafî ve folklorik temelleri olan; kaynak,
malzeme ve muhteva yönünden son derece zengin bir edebiyatın mahsulüdür. Gök
cisimlerinden bitkilere, değerli taş ve madenlerden halk inançlarına kadar birçok konu şiirde yer
alır. Şiirin, böylesine zengin ve çeşitlilik arz eden muhtevaya sahip olmasında pek çok etken
vardır. Osmanlı Devleti’nin geniş topraklara yayılması, bütün bu topraklarda hayat bulmuş
medeniyetlerin, dinî ve etnik kültürlerin izlerine sahip olması, Orta Asya’da edinilen tecrübe ve
birikimlerin yeni bir din ve kültürle kaynaşması gibi hususlar bu etkenler arasında sayılabilir.
Bu arada dinî, edebî, siyasî ve ticarî ilişkiler içinde bulunulan milletlerden edinilen kültürel
kazanımlar da edebiyata aksetmiştir.

Altı asır boyunca üç kıtada kaleme alınan edebî ürünlerde muhteva yönünden dikkati
çeken bir unsur da coğrafî mekânlardır. Bu üç kıtadaki onlarca ülke; dağ, deniz, ada, nehir, şehir
hatta ilçe ve köyler şiirde yer alır. Coğrafi mekânlar divanlarda özellikle tarih kıtalarında
seferler, fetihler, tayinler dolayısıyla ismen zikredilir. Diğer nazım şekillerinde ise bu isimler
yöresel veya meşhur özellikleriyle birlikte dile getirilir. Makalemizde klasik şiirde ün kazanmış
özellikleriyle anılan ülke ve şehirler tespit edilmektedir. Altmışa yakın divanın taranmasıyla
hazırlanan makaleyi hacim yönünden sınırlandırmak için metinde bir veya iki örnek beyit
verilmekte, benzer muhtevalı örneklere de dipnotta işaret edilmektedir.

Hint Okyanusu’ndan inci çıkarılması, suyunun tuzlu/acı olması, timsahları2 gibi hususlara
değinirler.

Demürden tağa dönmiş cevşenin geymiş sipâhîler
Cihânda görmeyen görsün neheng-i Bahr-i Ummânı

Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 72)

Vuslat umanlar duyar mı acısını fürkatün
Tâlib-i gevher olana Bahr-i Ummân tatludur

Necâtî (Tarlan, 1997: 233)3

Bozcaada, Girid, Kıbrıs, Limni, Midillü, Mora, Rodos, Sakız, Seylân ve Sirös şiirde
adlarına rastlanan adalardır. Klasik şiirimizde genellikle âşıkların gözyaşları için benzetme
unsuru olan nehirler ise; Akçasu, Akpınar, Arda, Aras, Asılu, Âsî, Ceyhûn, Dicle, Ergene, Fırât
/Furât /Fürât, Gedis, Karasu, Kızılcaırmak, Kızılırmak, Meriç, Nehr-i Atalya, Nîl, Nîlûfer, Nive,
Sava, Seyhân, Şatt, Tırava, Ton, Tonlı Deresi, Tuna, Tunca, Tûrla’dır. Bunlardan en çok adı
geçen Nil; Mısır’ın bereket kaynağı olması veya timsahlarıyla anılır:

Gam ile Nîl yaşum sîne nîl-reng oldı

Neheng-i derd ü belâ eyledi şikâr beni

Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 534)

Sevdiğine;

Sitanbûlum Karamânum diyâr-ı milket-i Rûmum

Bedahşânum u Kıpçağum u Bağdâdum Horâsânum

hitabıyla seslenen cihan padişahı Kanunî (Ak, 1987: 551), güzelliği;

Rûmdur yüzün gözün Aydın Karasi kaşlarun

Leblerün Mısr-ı melâhat kara zülfün Şâmdur

mısralarıyla tarif eden Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 334) benzeri şairler çeşitli vesilelerle
klasik şiirimizi çok geniş bir coğrafyaya taşımışlardır.

Bu geniş coğrafyayı temsil eden ülke veya şehirlerden bir kısmı herhangi bir özelliği
belirtilmeden ismen
zikredilir. Divanlarda adı anılan bu beldeler: Adıyaman, Akhisar, Akkâ,
Akpınar, Akyazı, Âmid/ Diyâr-ı Bekr, Anatolı/Anatol, Ankara, ‘Arîş, Arz-ı Mukaddes, Bedr,
Belâver Kal’ası, Belh, Beligrad/Belgrad, Bender, Bengâl/Bengâle, Bergama, Beydâ, Beyşehir,
Boğdan, Bosna, Budin, Bulgâr, Câm, Candar, Cezâ’ir, Cidde, Cürcân, Çaldıran, Çınarcık, Çorlı/
Çorlu, Darvegîr, Dimyât, Eflâk, Eğri, Engürüs, Erdel, Ermanak, Erzincân, Erzurûm, Eskişehr,
Eymen, Fâris (Şîrâz), Fas/ Fes, Firengistân, Gazze, Gence, Germiyân, Gördüs/Gördes, Gözleve,
Güzelhisar, Hamâ, Harzem, Hemedân, Herât, Horâsân, Hotin Kalesi, Hucend, Hudeybiye,
İnebolı, İskenderiyye, İslimye, İsveç, İzmir, Kâbil, Kâhire, Kandiye, Karabağ, Karabuğdan,
Karaferye, Karahisar, Karasi, Karatağ, Karen, Kastamonu, Kayseri, Kazvîn, Kırım, Kili,
Kirmânşâh/Kal’a-i Kirmânşâhî, Koçhisâr, Komoran, Korona, Kuds /Kudüs, Kûfe, Kûm, Kurfa,
Lâdik, Lahsâ, Lâhûr, Lârende, Lûristân, Mâçin, Mağnisa, Mardin, Mâvera’ün-nehr, Merve,
Meşhed, Mihalic, Münâ/ Minâ, Nahçevan /Nahçıvan /Nahçivân /Nakşıvân, Necd, Nemçe,
Nihâvend, Niş, Novigrad, Revân, Rîm/ Roma/ Kızıl Elma, Rûmili/Rumeli, Sâlihiyye, San’â,
Sarı Kirmân, Saruhân, Sebâ, Sebzvâr/ Sebzevâr, Seferli, Sıffin, Sînâ, Sind, Sinob, Sivas,
Sögütcük, Sûdân, Sultâniyye, Şat, Şîrâz, Şüşter, Temeşvâr/ Tımaşvâr/ Dımışvâr, Tiflis, Tokat,

Tot, Turhal, Tübbet, Ulkuvar, Uyvar, Üsküb, Varadin, Vardar, Vize, Yanya, Yaş, Yenidünya,
Yezd, Yunân, Zemûn ve Zengibâr’dır.

2. Klasik Türk Şiirinde Meşhur Özellikleriyle Ülke ve Şehirler

Klasik Türk şiirinde meşhur özellikleriyle anılan ülke, şehir veya ilçeler aşağıda
tanıtılmaktadır:

Abvâ/Ebvâ: Arif Nihat Asya’nın Na’t başlıklı şiirinde Ey Abvâ’da yatan ölü/Bahçende açtı
dünyanın/ En güzel gülü/ Hatıran uyusun çöllerin/ Ilık kumlarıyla örtülü
mısralarında yer alan
belde, Mekke-Medine arasında bir mevki veya bir dağın adıdır. İslamî kaynaklardaki kayıtlara
göre Hz. Peygamber’in annesi Âmine Hatun Medine’den dönerken burada vefat etmiş ve buraya
defnedilmiştir. (Fayda, 1994: 10/378-379)

Acem: Acem, “Arap olmayan” manasında, İran ve İranlılar için kullanılan bir isimdir.
Dilimizdeki
Acem kılıcı gibi deyimi ile her iki tarafı da idare eden, güvenilmez kimse kastedilir.

Murassa ‘ kabzalı seyf-i Acemle ol şeh-i gâzî

Eder fermân-beri şâh-ı Sıfâhân ü Buhârâyı

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 565)

Aden: Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin başkenti ve tarihî bir limanı olan Aden;
kendi adını

taşıyan körfezde, Arap yarımadası ile Afrika’daki Somali yarımadası arasında yer alır,
Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’nu birbirine bağlar. Geçmişten bu yana körfezde çok kaliteli inci
çıkarılmaktadır. Edebiyatımızda en güzel ve değerli incilerin kaynağı olarak Aden ve Bahreyn
gösterilir.

Za ‘fdan kurtulup oldı bedenün tâze vü ter
Nite kim bahr-i Adenden çıka dürr-i şehvâr

Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 79)

Her tîre-meniş kadr-şinâs-ı suhan olmaz
Her sifle harîdâr-ı le ’âl-i Aden olmaz

Nâbî (Bilkan, 1997: 658)4

Akşehir: Konya’nın ilçesi Akşehir, genellikle Karaman’la tezat yapılarak ele alınır. Günümüzde
kirazı meşhur olan ilçe divan şiirinde elmasıyla anılır.

Çürük endîşe ey meh-rû dile Akşehrün elması

Bu câna zehr-i kâtildür lebünsüz Konya helvâsı

Kütahyalı Rahîmî (Mermer, 2004: 79)

Âmûl: İran’ın kuzeyinde, Hazar denizinin güneyinde yer alan, geçmişte önemli bir ticaret,
sanayi, ilim merkezi ve Taberistan’ın başkenti olan şehirdir. (Bilge, 1991: 99)On üçüncü
yüzyılda şehirde yetmiş medresenin olduğu bildirilir. Klasik şiirimizde Âmul; Buhârâ veya
Semerkand gibi ilim merkezlerinden biri olarak yer alır.

Gâlibâ Rûmda bir gence erişmiş Gâlib

Gönderir gâh Buhârâya gehîÂmûle karz

Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 330)

Arnabud: Arnavut kelimesinin Rumca söyleyişidir. Günümüzde de meşhur olan “Arnavut
ciğeri” ile anılır.

Pek yürekli gerek âşık geçenler zîrâ

Arnabud tâzesinin tîgi ciğerler toğrar

Sezâî-i Gülşenî (Çelikoğlu, 1985: 254, 488)

Aydın: Akşehir-Karaman adlarında olduğu gibi Aydın ili; adının ışıklı, aydınlık manasından
hareketle Tire’nin karanlık anlamı ile îhâm-ı tezâd, Zengî ile de tezat yapılarak kullanılır.
(Arıkoğlu, 2008: 177-186)

Gözlerün aydın yine ey Hayretî-i tîre-rûz

Ol ayağı toprağı kuhl-i Safâhânum gelür

Hayretî (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1981: 168)5

Bâbil: Mezopotamya’da; Bağdat’ın 88 km. güneyinde, Hille civarında ilkçağda kurulmuş;
kulesi ve asma bahçeleriyle meşhur bir şehirdir. Edebiyatımızda Bâbil; genellikle çâh-ı/çeh-i
Bâbil (Babil kuyusu) ve Kur’an-ı Kerim’de bildirilen Hârût ile Mârût adlı melekler nedeniyle
kullanılır.6 Konuya ilişkin hikâyenin birbiriyle çelişen çeşitli rivayetleri vardır. Hârût ve Mârût
insanların günah işlemelerini, Allah’a isyanlarını tenkit ederler. Cenab-ı Hak; “İnsanlardaki
nefis sizde olsaydı, siz de aynı hataları yapar, onlardan çok günaha girersiniz” deyince melekler
kendilerine güvenerek itiraz ederler. Allah onları sınamak için meleklere nefis verip dünyaya
gönderir. Hârût ve Mârût bir rivayete göre Bâbil’de bir kuyuda yaşar, insanların sihirle
peygamberlik iddiasında bulunan yalancılara kanmamaları için onlara sihir öğretirler; bir başka
rivayete göre de gündüzleri kadılık yapar, geceleri de ism-i azam duasını okuyarak göğe
yükselirler. Zühre adlı bir kadın eşinden ayrılmak için Hârût ve Mârût’a müracaat eder.
Melekler Zühre’nin güzelliğine kapılırlar ancak Zühre, bir şartla onlarla birlikte olacağını, şu
üçünden birini yapmalarını söyler; ya kocasını öldürecekler, ya puta tapacaklar ya da şarap
içeceklerdir. Melekler şarap içmenin en hafifi olduğunu düşünerek, içmeyi tercih ederler. Ancak
ümmü’l-habâis (bütün kötülüklerin anası) olan şarabı içince, kendilerinden geçip diğer
günahları da işlerler. Zühre onlardan ism-i azam duasını öğrenir, göğe yükselir, Zühre yıldızı
olur. Cenab-ı Hak, Hârût ve Mârût’a cezalarını dünyada mı ahirette mi çekmek istediklerini
sorar. Melekler, dünya hayatı kısadır diye dünyayı tercih edince kıyamete kadar kalmak üzere
Bâbil’de bir kuyuda baş aşağı asılırlar. (Onay, 1992: 194-195; Erdem, 1991: 392-395)

Klasik edebiyatımızda bu rivayetlere binaen sevgilinin gamzesi ve saçları Hârût ve
Mârût’a, çene çukuru çâh-ı Bâbil’e; bazen de şairin mürekkep hokkası çâh-ı Bâbil’e, kamış
kaleminin içindeki lifler de başaşağı asılmış Hârût ve Mârût’un saçlarına benzetilir.

Devâtum oldı çeh-i Bâbil ü sözüm efsûn

Füsûnger-i kalemüm arz kıldı sihr-i helâl

Hayâlî (Tarlan, 1945: 34)

Asılur ser-nigûn Hârût gibi

Çeh-i zulmânî-i Bâbilde ekser

Necâtî (Tarlan, 1997: 46)

Sihr ta ‘lîm eylemekde gamze-i câdû-yı dost

Çâh-ı Bâbilde ider Hârût-ı fettân ile bahs

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 171)7

Bağdâd/ Dârü’s-Selâm: Irak’ın en büyük şehri ve başkenti olan Bağdat, klasik şiirde pek çok
özelliğiyle ele alınır. Şehrin diğer isimleri Dârü’s-Selâm, Medînetü’s-Selâm ve Behişt-âbâd’dır:

Buk’a-i Bağdâdun itmiş vasfını Dârü’s-Selâm

Kim ana teslîm ü tahsîn ide her kişver ki var

Fuzûlî (Akyüz, 1958: 45)

Cennete benzetilen şehrin adına dair bir etimoloji; “bâğ-dâd” yani “Allah vergisi,
lutfedilmiş bahçe” anlamındadır. Şairlerimiz “dâd” kelimesinin “adalet” manasından hareketle
bu isme işaret ederler:

Bağdâdnı kim vîrân kılabilür

Ol yine bu vîrânı bâğ dâd kılur

Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 528)

İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Abdülkâdir-i Geylânî gibi birçok velinin türbesini
barındırdığı ve uzaktan gelirken önce bu türbelerin görülmesi sebebiyle şehre verilen bir diğer
isim de Burc-ı Evliyâ olmuş; bu ad Fuzûlî’nin;
Geldi burc-ı evliyâya pâdişâh-ı nâm-dâr
mısraıyla tescil edilmiştir:

Evliyâ burcı dimiş zîrâ ki hâk-i eşrefi

Buk’a buk’a evliyâullâha olmışdur mezâr

Fuzûlî (Akyüz, 1958: 45)8

Şehir Dicle kenarında, Dicle ile Fırat’ın birbirine en yakın olduğu verimli topraklar
üzerinde kurulmuştur. Bu yüzden Bağdat, Dicle veya Dicle ve Fırat’ın birleştiği yer olan Şatt’la
birlikte anılır:

Her dem akıd eşküni yârün ruhı Bağdâdına

Ey gözüm çünkim nişân-ı Dicle-i Bağdâdsın

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 352)9

Harun Reşit zamanında Abbasîlerin hükümet merkezi, dolayısıyla İslâm âleminin
hilâfet makamı ve başkenti olmuştur:

Hilâfet tahtınun sultânı mutlak

Ki adlinden cihân olmışdı Bağdâd

Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 74)10

Bu özelliğiyle şehir asırlarca önemli bir ticaret, kültür ve ilim merkezi kabul edilmiştir.

Revâdur Evliyâ Burcı dimek ol buk’a-i pâke

Ki her allâmeye menzilgeh ü her ilme mazhardur

Fuzûlî (Akyüz, 1958: 72)

Bağdat, atasözlerimizde adı en çok geçen şehirlerden biridir. Ana gibi yâr/Ane gibi yar
olmaz, Bağdat gibi diyâr olmaz; Sora sora/Araya araya Bağdat bulunur; Balın olsun tek, sinek
Bağdat’tan gelir/Çanakta balın olsun, arı Bağdat’tan gelir; Âşıka Bağdat sorulmaz/ırak değil;
Yanlış hesap Bağdat’tan döner
gibi atasözleri şiirde de ele alınır:

Atun oynağı olursa n ’ola iklîm-i Acem

Âşıka Bağdâd ırag olmaz meseldür bî-gümân

Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 26)11

Meseldür söylenür yanlış döner Bağdâddan dirler

N’ola kılsa hidâyet bana necm-i re’y-i rahşânı

Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 140)12

Bağdat bin bir gece masallarını hatırlatan bir zenginliğin, debdebenin ve eğlencenin
sembolü olan şehirdir:

Ey Behiştî geldi gönlün şehrini yapdı hayâl

Nitekim Bağdâdı ma ‘mûr eyledi sultân-ı Rûm

Behiştî (Aydemir, 2000: 410)13

Şehir 1258’de Hülâgû Han tarafından yakılıp yıkılmış, bu Moğol istilası da şiirimizde
konu edilmiştir:

Bir Moğol-Çîn yüzlü kâfir gönlümün Bağdâdını
Yakdı yıkdı cevr ile âlân u tâlân eyledi

Hayâlî (Tarlan, 1945: 53)

Büyük ve zengin bir merkez olduğu için Bağdat’ta hırsız çoktur:

Ser-i kûyunda bilür gamzelerünle hâlüm

Şu ki Bağdâda vara tuş ola ayyârlara

Necâtî (Tarlan, 1997: 429)14

Kâdirî tarikatında şeyhlerin çuhadan yapılmış tacına/başlığına da “Bağdat gülü” denir.15
Ayrıca Bağdat’ın kumaşları, poşusu;16 “hıstavî” hurması meşhurdur.17

Bahreyn: Kelime anlamı “iki deniz” olan Bahreyn ile Basra Körfezi ve Hint Okyanusu
kastedildiği gibi, Basra Körfezi’nin batı sahiline yakın takımadalar ve bu adaların en büyüğü de
bu isimle anılır. Günümüzde Memleketü’l-Bahreyn adıyla anılan emirliğin bulunduğu adalar
çevresinde çok eski zamanlardan bu yana inci avcılığı yapılmaktadır. Klasik şiirimizde Aden
yanında Bahreyn de incileriyle şöhret kazanmıştır.

Dil ü dîdem hemân Bahreyne benzer dem-be-dem andan

Çıkarur taşraya gavvâs-ı kudret lü ’lü ’-i lâlâ

Azmîzâde Hâletî, 58 (Kaya, 2003: 57)18

Basra: Basra Irak’ın ikinci büyük şehridir. Hulefâ-i Râşidîn zamanında yıldızı parlamış,
Emevîler ve Abbasîler döneminde büyük, zengin ve gelişmiş bir şehir olmuştur. Zamanla bu
özelliklerini kaybeden Basra, 1258’de Moğollar tarafından yakılıp yıkılmıştır. Dilimize yerleşen
ba’de harâbe’l-Basra (Basra harap olduktan/iş işten geçtikten sonra) deyimiyle anılır. Deyimin
nasıl ortaya çıktığına dair bir rivayet anlatılır. Basra’da fakir biri açtır, kimse bir dilim ekmek
vermez. Sadece bir kasap acır, bir parça çiğ et atar önüne. Adamcağız açlıktan ölmemek için eti
pişirmek ister ama kimden ateş istediyse red cevabı alır. Elini açar; “Allahım, şu eti pişirecek bir
parça ateş ver” diye dua eder. Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz Basra’da büyük bir yangın çıkar.
Herkes canının, malının derdindeyken, o bir köşede etini pişirir. Daha önce ateş istediklerinden
birisi adamı görür ve “Sonunda ateşi buldun” deyince; “Basra harap olduktan sonra” der.

Düşmanum öldi velî ba ’de harâbe ’l-Basra

Geçdi pâşâ-yı cihân-dâra beni haylî zamân

Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 95)

Bedahşân/Bedehşân: Afganistan’ın kuzeydoğusunda Tacikistan, Çin ve Pakistan’a komşu
bölgede, merkezi Feyz-âbâd olan eyalettir. Edebiyatımızda la’l denilen kırmızı renkli değerli
taşın çıktığı yer olarak tanınır. Bu taşın madenden çıktığı zaman renginin soluk olduğuna, ciğer
kanına bulanıp güneşte bekletilince parlak kırmızıya dönüştüğüne inanılır. Bu yüzden klasik
şiirde genellikle güneş ve kanla birlikte ele alınır.

Ger kara daşı kızıl kan ile rengîn itsen

Tab’a tağyîr virüp la’l-i Bedahşân olmaz

Fuzûlî (Akyüz, 1958: 482)19

Ruhlarundur leblerüni terbiyetler eyleyen
Mihr-i rahşândur yüzün la ’l-i Bedahşândur lebün
Necâtî (Tarlan, 1997: 334)

Buhârâ: Günümüzde Özbekistan sınırları içinde olan şehir, geçmişte bir ilim ve kültür merkezi
idi.

Âsaf-ı saff-ı safâ ol kim ferîd-i asr olup
Tâlib-i tahsîl içün Rûmı Buhârâ gösterür

Cemâlî (Derdiyok, 1994: 78) 20

Burûsa/ Bursa: Bursa, Osmanlı Devleti’ne başkent olmuş, geçmişten bu yana idarî ve kültürel
özellikleri, coğrafî güzellikleriyle dikkat çeken bir şehirdir. Necâtî, Bursa’nın kaplıcalarından ve
her zaman ateş yanmasından söz eder. Şehrin zaman zaman yangınlarla ve depremlerle harap
olduğu malumdur.

Necâtî gönlini her dem ider bir lâle-ruh yağmâ

Sanasın Bursa şehridür ki yakar her zamân âteş

Necâtî (Tarlan, 1997: 298)21

Çigil/ Çiğil: Çin’de bulunan ve güzelleri ile meşhur olan şehirdir. Çîn, büt, deyr gibi kelimelerle
birlikte kullanılır.

Cilve-i şâhid-i endîşeme reşk eylerler

Lâle-rûyân-ı Çigil serv-kadân-ı Deylem

Mezâkî (Mermer, 1991: 234)22

Çîn: Çin, klasik şiirimizde en çok adı geçen ülkelerden biridir. Geçmişte Çin’de, Doğu
Türkistan’da Türk, Hıtâ, Maçin, Çiğil güzellerinin bulunması ve Mani dinini ortaya çıkardığı
rivayet edilen Mânî’nin ressam olması; Nigâristân, Erjeng gibi adlarla anılan kutsal kitabının
gayet güzel minyatürlerle süslü olması dolayısıyla güzel yüz; Çin’le birlikte ele alınır; büt,
sanem, büt-hâne, kâfir, nigâr, nigâristân, nakş, nakkâş, münakkaş, sûret, tasvîr, musavver gibi
put ve resimle ilgili kelimeler bir araya getirilir.

Sana mânend kaçan Mânî Nigâr eyleye bir sûret

Ki ay yüzün sinün şâhâ hatâsuz bir büt-i Çîndür

Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 84)23

Çin, güzellik ve ayna münasebeti dile getirilirken, tunçtan mamul aynalara âyîne-i
Çînî denilmesinden hareket edilir. (Öztürk-Örs, 2000: 32)

Lutf-ı haddünden şikest âyîne-i Çînî bulur

Nakş-ı hüsnünden hacâlet nüsha-i Erjeng alur

Karamanlı Nizâmî (İpekten, 19749: 147)24

Çin Hıtâ dolayısıyla miskin kaynağıdır. Bu sebeple; misk(müşg), bûy, âhû, nâfe, kan,
Tâtâr, Hatâ /Hıtâ gibi unsurlarla zengin bir tasavvur alanı oluşmuştur. Ayrıca Çîn kelimesinin
“kıvrım, büklüm” gibi anlamlarıyla sevgilinin misk kokulu saçları (zülf, turra), bazen de kaşları
(ebrû) ile ilgi kurulur.

Ol büt-i Çîn ü Hıtâ kim turra-i müşgîni var

Ne hatâmuz gördi kim ebrûlarınun çîni var

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 195)25

Sen mey içdükde izârın üzre çeşmin surh olur

Lâle otlar Çîn gülistânında san âhû-yı misk

Hayâlî (Tarlan, 1945: 241)26

Çin hakanı olmak; saltanat ve güç sahibi olmayı ifade eder. Çin hakanlarına verilen isim
olan “fağfûr” da hem sultan hem de meşhur Çin porselenleri için kullanılır.

Gedâ-yı kûyun olup dergehünde kâse-lîs olmak

Diyâr-ı Çînde fağfur u hâkân olmadan yegdür

Azmî (Ceyhan, 2006: 103)27

Neş’e tahsîl ettiğin sâgar da senden gamlıdır

Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfûrdan

Âlî (Çelebioğlu, 1989:140) 28

Deylem/Dîlem: Kuzey-İran’daki Gilan’da bulunan bölgenin adıdır. Halkının saçı, sakalı
kıvırcıktır. (Öztürk-Örs, 2000: 180) Edebiyatımızda güzelleri ile meşhurdur.

Yiridür olsa sıtablında şikâl-i pâyi

Şiken-i zülf-i mutarrâ-yı bütân-ı Deylem

Sâbit (Karacan, 1991:215)29

Edirne/ Edrine/ Dârü’n-Nasr: Osmanlı Devleti’nin Bursa’dan sonraki başkenti olan Edirne
tarih ve kültürümüzde Dârü’l-mülk, Dârü’s-saltana, Dârü’l-karâr, Dârü’n-nasr30 veya Dârü’n-
nasr ve’l-meymene adlarıyla tanınmıştır. Şehir bir zamanlar hem idarî ve siyasî yönden hem de
ilim ve sanat alanlarında önemli bir merkezdi. Edebiyatımızda Edirne, şiirimizde havası suyu
güzel bir şehir olması yanında zemininin alçak olması sebebiyle sık sık sele maruz kalmasıyla
da konu edilir.

Seyle virdüm Edrine gibi karârum şehrini
Ol Istanbuldaki sultânı andum ağladum

Zâtî (Tarlan, 1970: 466)

Ehvâz/Ahvâz: İran’da Huzistan bölgesindeki bu şehir havasının kötü olması ve zehri öldürücü
akrepleriyle meşhurdur. (Öztürk-Örs, 2000: 205)

Zamân-ı devletinde fitneyi der-hâb gördükçe

Ola müjganları a 'dâya nîş-i akreb-i Ehvâz

Nedîm (Macit, 1997: 162)

Ferhâr: Türkistan’da Hıta ile Kaşgar arasında güzelleriyle ünlü bir şehir; aynı zamanda bir
puthanenin adıdır. Burada yetmiş güzel kız hizmet eder, gelenler kızların güzelliğine kapılarak
oraya bağlanırdı. Bu mabet güzel resim ve heykellerle doluydu.

Ne bülbül ü ne çihre-perest-i gül-i bâğ ol

Zâgâne yüri râhib-i Ferhâr-ı ferâğ ol

Fehîm-i Kadîm (Üzgör, 1991: 556)

Deyr-i dil böyle sanem-hâne-i Ferhâr olmak

Hep senin ey büt-i nâzende hayâlindendir

Nedîm (Macit, 1997: 284)31

Habeş: Günümüzdeki adı Etiyopya olan Habeşistan, Afrika’nın doğusunda Yemen’in karşı
kıyısının iç kesiminde yer alır. Halkı siyahî renkte olduğu için divan şiirinde sevgilinin siyah
saçları veya beni, bazen de gecenin karanlığı için Hindû yanında en çok kullanılan
benzetmelerden biridir. Ayrıca Habeş, beyazlığı temsil eden Rûm ile tezat oluşturur. Habeşliler
şiirde sultan, asker, köle veya çocuk olarak ele alınır. Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl-i Habeşî
de sevgilinin beni için aynı hayallerle zikredilir.

Hâl-i lebüni gülşen-i hüsnünde gören dir

Cennetde Bilâl-i Habeşî Kevsere düşdi

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 427)32

Açma zülfün ey sabâ hâl-i siyâhından kim ol

Sâyebân-ı anber altında Habeş sultânıdur

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 52)33

Hindû vü Habeş çerisi geldi

Sahn-ı Harem içre dikdi sancak

Kansu Gavrî (Yavuz, 2002: 114)34

Haleb/ Şehbâ/ Halebü’ş-Şehbâ: Suriye’nin başkent Şam’dan sonra en büyük şehri olan Halep,
geçmişte Osmanlı Devleti’nin önemli merkezlerinden biri idi. Halep, süt veya süt sağma; Şehbâ
ise kırçıl, ak anlamındadır. Şehirde yapılar Kayşanî denilen sarımsı beyaz taştan yapıldığı için
“akça Halep” manasında Halebü’ş-Şehbâ adı verildiği söylenir. Evliyâ Çelebi, farklı bir rivayet
nakleder: Hz. İbrahim Mekke’ye gitmeden önce Halep’te sütçülük yapıyordu, Sevrü’ş-Şehb
(beyaz inek) adında bir ineği vardı. Onun sütünden yoğurt, kaymak, tereyağı, kaşkaval, tereme
ve kesme peynirleri yapıp misafirlerine ikram ederdi. İşte bu beyaz inek sebebiyle şehre
Halebü’ş-Şehbâ (sağılmış beyaz inek) denmiştir. Sütçü, kaymakçı, tereyağcı ve yoğurtçuların
pîri olan Hz. İbrahim, ineğinden sağdığı sütü fakirlere dağıtmak üzere iç kaledeki camide
“Makâm-ı İbrahîm” denilen minberin altındaki taş tekneye doldurur, halka ne kadar dağıtsa da
Allah vergisi “berekât-ı Halîlullâh” ile süt eksilmezdi. Hatta Kansu Gavrî zamanında Halep
kumandan Kertbay şehri Yavuz Sultan Selim’e karşı savunurken süt tekneden taşmış, iç kaleden
aşağı hendeğe doğru sel gibi akmış, ancak Yavuz şehri fethedince (Mercidâbık Savaşı, 1516)
normal hâline dönmüştür. (Gökyay, 1995: 1/243) Edebiyatımızda da şehrin adıyla süt arasında
ilgi kurulur:

Nakl itdi Rûma kısmetümüz dâye-i kadîr
Şehbâda şimdi nûş edecek şîr kalmadı

Nâbî (Bilkan, 1997: 1078)

Halep; geçmişten bu yana önemli bir ticaret ve dokumacılık merkezidir, ipekli
kumaşları meşhurdur. 13 ve 14. yüzyıllarda da Halep, Şam ve Rakka İslamî form ve
bezemelerle yapılan yaldızlı ve mineli cam ürünlerle tanınmıştır:

Herkesün vefk-i murâdınca Hudâ-yı müte ‘âl

Şâma hüsn eylemiş ihsân Halebe mâl ü menâl

Nâbî (Bilkan, 1997: 832)35

Kumâş-ı nev-zuhûr-ı ma ’rifetden şimdilik Sâbit

Bulınmazsa Haleb tamgâsı Istanbulda rağbet yok

Sâbit (Karacan, 1991:453)

Şîşe-i gönlin Cemün iy cân sıma

Kim bu şehr-i Konyadur sanma Haleb

Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 48)

Seyahat-nâme’de verilen bilgilere göre Halep, Şam ve Mısır’ın bir diğer şöhreti Kur’an-
ı Kerim hafızlarının çokluğudur. (Kahraman-Dağlı, 1999: 3/251) Ayrıca Halep’te yapılan
kalkanlar geçmişte Anadolu, İran ve Arap ülkelerinde çok tutulurdu. (Kahraman-Dağlı, 1999:
3/45; Gökyay, 1995: 1/266; Kahraman-Dağlı-Dankoff, 2007: 10/73)

Harem/Haremeyn: Harem, yabancıların girmesine müsaade edilmeyen özel ve kutsal mekân;
hacda ihrama girilen yerden Kâbe’ye uzanan alandır. Haremeyn (iki Harem) ise; Mekke ve

Medîne ya da Kâbe-i Mükerreme ile Ravza-i Mutahhara’dır. Bu bölgeler mübarek yerlerdir,
Müslüman olmayanların buralara girmesi yasaktır. Müslümanlar’ın azamî hürmet gösterdiği bu
alanlarda kan dökmek yasaktır/haramdır. Hem haccın meşakkatini ifade hem de çöllerle kaplı
coğrafî konumundan hareketle bu bölgelerin dikenli, kumlarla kaplı veya taşlı, tozlu olduğu dile
getirilir.

Cânâ ne bî-dîndür gözün kim hışm ile cân kasdına
Tîr ü kemân almış ele sahn-ı Haremde ceng içün

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 331)36
Rîk-i harem-i Ka ‘be-i kûyunla habîbüm
Tolaydı gözün şîşeleri kanı o sâ ‘at

Selîkî (Zülfe, 2006: 69)

Hatâ (Hatây, Hıtâ, Hıtây, Hotan, Hoten, Huten): Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan Uygur
Özerk Bölgesi’nin güneybatısında bir ildir. Hatâ kelimesinin “yanlış” anlamı ile tevriye veya
îhâm-ı tenâsübe imkân veren şehir miski ile meşhurdur. Divan şiirinde sevgilinin saçı veya
benleri ile çoğu kez siyah renkle birlikte misk/müşg, nâfe, bağır, ciğer, hûn, âhû, gazâl, Çîn,
Tâtâr ve Türk-i Hatâ gibi unsurlarla bir arada kullanılır. Misk ceylanının beslenmesine
yönelik bir telakki ile benefşe ve sünbül, göbeğindeki karalık nedeniyle de lâleden de söz
edilir.

Hâk-i râhı var iken yârun hatâdur ey gönül
Eyleyüp ‘azm-i Hoten gel itme cüst u cûy-ı misk

Hayretî (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1981:261) 37
Sünbül-i mısra’-ı bercestedür ednâ giyehi
Bî-hatâ reşk-i İremdür Huten-i tâze zemîn

Sâkıb Dede (Arı, 2003: 190)38

Hatâ, güzelleri39 ve ipek ürünleriyle meşhurdur. Burada dokunan kıymetli ipek
kumaşlara Hatâyî/Hıtâî denir.

Bir Hatâyî dokuyup kârgeh-i gülşende

Arz ider pâdişeh-i âleme kâlâ lâle

İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 66)40

Ayrıca Hatâyî/ Hıtâî, hem tezhipte çiçek motifi veya birbirine geçmiş spiral dallardaki
çiçek motifleri hem de Hatâ’da yapılan, pirinçten mamul, güzel sanatlarda kullanılan bir cins
kâğıt anlamına gelir. Evliyâ Çelebi Seyâhat-nâmesi’nde
âharlı Hıtâî varaklar (Dağlı-Kahraman,
2001: 4/152 ve
münebbed Hıtâyî kâselerden ((Kahraman-Dağlı, 1999: 3/122, 126) söz edilmesi
Hatâ porselenlerinin (Çînî, fağfûr) de meşhur olduğuna işarettir.

Zülf İrem bâğında irmiş hûşe-i müşgîn- ‘ineb
Ruh Hıtâyî yaprag asmış Çîn nigâristânıdur

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 52)

Hayber: Hayber Kalesi, Medine Şam arasında bir Yahudi yerleşim merkezi idi. Kalenin
fethinde Hz. Ali olağanüstü kahramanlık göstermiş, hatta bir ara kalenin kapısını söküp elinde
kalkan gibi kullanmıştır. Bu yüzden “Hayber Fâtihi” lakabıyla anılır.

Bâb-ı Hayber gibi cânâ yüreği halkun kopar

Nîze-i hışmı ele k’ol çeşm-i Hayder-ceng alur

Zâtî (Tarlan, 1967: 281)41

Helluh/Halluh: Klasik şiirimizde şehir adı gibi kullanılan Halluh, bir Türk boyu olan
Karlukların Farsça söyleniş şeklidir. Türkistan’ın Çiğil, Yağmâ ve Nevşâd şehirleriyle
birlikte ele alınır.

Sen eyâ serv-i cihân itdükçe gül-geşt-i çemen

Dir gören bu serv-i nâz-ı Helluh u Nevşâddur

Dede Ömer Rûşenî (Aydemir, 1990:143)42

Hicâz: Arap yarımadasında Mekke ve Medine’nin bulunduğu bölgedir. Şiirimizde Kâbe, Safâ,
Merve, zemzem, hac, kurban gibi unsurlarla ve hac yolunun uzaklığı, meşakkati, dikenlerle dolu
olması,43 develerle yolculuk yapılması,44 yolda kervanları soyan haramiler gibi hususlarla anılır:

İsteyen kûyuna varmaga çeküp mihnet ü renc

Sabr kılsun gama kim dûr durur râh-ı Hicâz

Vasfî (Çavuşoğlu, 1980: 77)

N’eyler yolunda hecr harâmîsi vaslunun

Emn ile şart itdi Hicâzun Hudâ yolın

Necâtî (Tarlan, 1997: 378)45

Hicâz, aynı zamanda Türk musikisinde bir makam adıdır, genellikle îhâm-ı tenâsüb ile
ele alınır:

Kûyın terâne-i Arabân ile it tavâf
Ya’nî katâr-ı nağmeyi semt-i Hicâza çek

İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 217)46

Hind (Hindistân, Hindûstân): Hindistan, divan şiirinde çok zengin malzeme ve hayallerle
ele alınır. Ülkeye yedinci gök katında bulunan Zuhal yıldızı hâkimdir.47 Zuhal, siyah rengi
ve uğursuzluğu sembolize eder. Hindistan da siyah tenli insanların yurdudur. Bu yüzden
edebiyatımızda sevgilinin saçları ve beni, Hintliye benzetilir.48 Rûm (Anadolu) ülkesi beyaz
tenli insanların memleketi olduğu için, Hindistan ile tezat teşkil eder.

Hz. Âdem cennetten çıkarılınca Hindistan’da Serendib (Seylan/Sri Lanka) adasına
inmiş, işlediği günahtan dolayı iki yüzyıl ağlayıp tövbe etmiştir. Hindistan’da birçok
baharatın yetişmesi ve kıymetli taşların bulunması, Hz. Âdem’in o topraklara döktüğü
gözyaşlarına bağlanır.

Çün Âdem ola cennetden havâyî

Diyâr-ı Hinde toğruldur asâyı

Necâtî (Tarlan, 1997: 5)

Geçmişte ve günümüzde baharat ihraç eden bu ülke, divan şiirinde özellikle karabiberin
vatanı olarak ele alınır:

Çîn-i zülfünde ne Hindûdur benün kim dir gören

Milk-i Hindûstân değer bir fülfülün vardur senün

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 280)49

Hindistan; tavus, papağan ve filleriyle50 de meşhurdur.

Tûtî-i nâtıkayı Hind-i ademden çıkarıp

Yine mir’ât-ı tecellî ile gûyâ kılalım

Usûlî (İsen, 1990: 181)51

Ol hoş-hırâm içün çekerüz zülfi gussasın

Tâvûsı özleyen gam-ı Hindûstân çeker

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 223)52

Hint yapımı kılıç, hançer, mızrak gibi savaş âletleri makbuldür. Ayrıca Hindistan’da
inci, amber ve yakut çıkarılır. Tüccarlar, baharat yanında bu kıymetli taşları ve koku
malzemesini Anadolu’ya getirirler:

Kilk-i Mısrî-kasabı mâşıta-i kişver-i Rûm

Tîg-ı Hindî-nesebi memleket-âşûb-ı freng

Nef’î (Akkuş, 1993: 172)53

Ne tâcirdür ki yâkût u dür ile

Getürür Hind ilinden Rûma anber

Necâtî (Tarlan, 1997: 46)

Hintliler tüccar54 yanında; sultan, hekim, asker55, çapulcu/yağmacı56, hırsız, köle veya
ateş-perest olmalarıyla konu edilir:

Gün yüzün üzre hâl-i siyeh zülf-i anberîn

San Hind şâhı mülket-i Rûma alem çeker

Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 90)57

Benzer ol Hind hekîmine şehâ kaşun kim

Başı ucından ırılmaz bir iki hastelerün

Mesîhî (Mengi, 1995: 200)

Benün âlemde bir bendür nice begdeş olur fülfül

İl anı döge döge kullanur Hindî siyeh kuldur

Zâtî (Tarlan, 1967: 375)58

Zülfi yüzine baş urdugunı dil gördi didi

Görün ol Hindû-yı bed-mezhebi kim oda tapar

Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 146)59

Irâk: Türk musîkisinin en eski makamlarından birinin adı da Irâk’tır. Tevriye veya îhâm-ı
tenâsüble ele alınır.

Sebük-rûhân bilip sûrâh-ı nâyı revzen-i vahdet

Irâk u Isfahânı seyr iderler râh-ı dîğerden

Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 393)60

Isfahân/ İsfahân/ İspehân/ Safâhân/ Sıfâhân/ Sipâhân: Safevîlerin başkenti olan İsfahân’ın
adı şiirimizde birçok özellikle anılır. Öncelikle en güzel, kaliteli sürme İsfahan’da çıkarılır:

N’ola bûs-ı kademi kurre-i 'ayn olsa bana

Hâk-i pâyi gözime kuhl-i Sıfâhân görünür

Şeyhülislâm İshak (Doğan, 1997: 341 )61

Şehir İran’ın ordugâhı olarak tanınmıştır. Bu yüzden İspehân, Sipâhân adlarıyla anılır:

Ol sipeh-sâlâr-ı Kisrî-şân ki istiksâr eder

Bir sipâhî bendesin taht-ı Sipâhân üstüne

Nedîm (Macit, 1997: 15)

İsfahan çok süslü ve mamur olduğu için şehir güzelliğini temsil eder. Bu sebeple
“İsfahân nısf-ı cihân” olarak anılır. Geçmişte İsfahan’da yapılmış büyük saraylar ve güzel
bahçelerin bulunduğu yere “Çâr-bâğ” deniyordu. Şehrin Afganlılar tarafından işgali sırasında
buralar tahrip edilmiştir. (Onay, 1992: 100-101)

Ne mümkin çâr-bâğ-ı Isfahân olsun buna hemtâ

Bu zîbâ kasr anunla dahı rû-be-rû ‘ibâr oldu

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 255)

Türk musikisinin en eski birleşik makamlarından birinin adı da İsfahan’dır. Bu yüzden
çok zaman tevriyeli kullanılır:

Gûş-ı uşşâka virür zevk reh-i râst-ı Hicâz

Mutribâ itdügün âheng Sifâhân yolıdur

Nâbî (Bilkan, 1997: 541) 62

İranlı büyük kaside şairi Kemâleddîn-i (Kemâl-i) İsfahânî (ö. 638/1240?) buralıdır:

Ayağı tozın gözine idinür sürme Kemâl

Kim iletse Zâtîyâ nazmun Safâhândan yana

Zâtî (Tarlan, 1967: 46)63

Şairler şehri birden çok özellikle anarlar:

Isfahân olsa murabba ‘-beste

Çâr-bâğ içre olur gül-deste

Sâmî (Kutlar, 2004: 420, 3/11

Bezimde ehl-i basîret sipâh-ı efgânı

Sevâd-ı şehr-i Sıfâhâna sürmeli derler

Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 286)

İstanbul/ Dersaadet/ İslâmbol/ Konstantin/ Konstantiniyye/ Kostantini/ Kostantiniye/
Sıtanbul/ Sitanbul/ Stambol/ Stanbul: Osmanlı Devleti’nin asırlarca başşehri olan İstanbul;
cennet misali güzelliği, havasının ve suyunun letafeti, güzellerinin benzersizliği, İstanbul
Türkçesinin akıcılığı yanında bir ilim, ticaret ve eğlence merkezi olarak ele alınır.64

Ahsente i ’tidâl-i hevâ-yi Sıtanbula

K’olmış hacâlet ile nihân Gülşen-i İrem

Sâmî (Kutlar, 2004: 153)

Ayrıca İstanbul şiirimizde müstesna bir şekilde semt, meydan, liman, mesire yerleriyle
anılır. Bu mekânlar arasında; Adalar, Akbaba, Âşiyân, At Meydanı, Ayâsûfiyye, Baruthâne,
Bebek, Begkoz/Beykoz, Beşiktaş, Boğaz/Boğaziçi, Çamluca, Çatladıkapu, Çerâğân, Çubuklu,
Dikilitaş, Dîvânyolı, Eyyûb, Galata/ Kalata, Göksu, Gülhâne, Gümüşsuyı, Halîc, Hisâr, Ihlamur,
İstinye, Kâğıd-hâne, Kalender Bağçesi, Kandilli, Kanlıca, Kartal, Kasımpaşa, Kız Kulesi,

Kıztaşı, Körfez, Kulekapısı, Kuzguncuk, Odun İskelesi, Ok Meydânı, Ortaköy, Paşalimanı,
Sa’d-âbâd, Salacak, Sarayburnı, Sarıyâr, Selîmiyye, Servili, Sirkeci, Soğukkuyu, Südlice,
Süleymâniye, Tarabya, Tophâne, Topkapı, Tozkoparan, Üsküdâr/Eskidâr, Vefâ, Yağkapanı,
Yedikule, Yenikapı, Yeniköy, Yıldız, Zencirlikuyu’yu saymak mümkündür.

Kandehâr: Bugün Afganistan sınırları içinde kalan bir şehirdir. Rivayete göre İskender
kurmuştur. Birçok milletler tarafından fethedilmiştir. Divan şiirinin coğrafyası içerisinde önemli
bir yer tutar. Ayrıca kand (şeker) kelimesi ile zahirî iştikak ve cinas yapılarak kullanılır.

Ederse kand-i lebin hâtır-ı mezâka hutûr

Diyâr-ı Mısra değil Kandehâra dek gideriz

Nâ’ilî (İpekten, 1990: 227)

Şekker-feşân-ı vasf-ı lebin olsa ger n’ola

Tûtî-i tab’-ı nâdire-gû Kandehârlıdır

Şeyhülislâm Es’ad (Doğan, 1997: 210) 65

Karaman/Lârende: Karaman’dan, Karamanoğullarının Osmanlıya karşı duruşları ile söz edilir.
Ayrıca Karaman, şair Nizâmî dolayısıyla anılır. Karamanlı Nizâmî, bir gece Karamanoğlu
Mehmet Bey’in işret meclisinde onun için yazdığı kasideyi okur. Kasideyi çok beğenen Bey,
Nizâmî’ye bazı köylerin mahsulünü bağışlar. Ertesi sabah Nizâmî ihsanlarını almak üzere
gidince Karamanoğlu ayılmıştır, söz verdiği ihsanlardan vazgeçer. Bu durum divan şiirine
sözünde durmamak anlamında
Karaman bahşişi deyimiyle geçer. 66

Hep Karaman bahşişidür rûzigârun virdügi

Hâzır ol kim virdügin senden girü devrân alur

Necâtî (Tarlan, 1997: 178)

Dimişdi öldürem seni ferah ol tîg-i hışmumla

Dirîgâ ahdine turmaz sanasın Karamanlıdur

Necâtî (Tarlan, 1997: 188)67

Karaman’a dair bir atasözü de Karaman’ın koyunu sonra çıkar oyunu şeklindedir. Bu
atasözünün hikâyesi dışında da Karaman’ın koyunları meşhurdur. Evliyâ Çelebi de
Seyahatnâme’de Karaman koyunlarından bahseder. (Kahraman-Dağlı, 1999: 3/108)

Karen: Yemen’in bir köyü olan Karen, Veysel Karenî dolayısıyla konu edilir. (bk. Yemen)

Dil Halîli işigün Ka ’besini terk idemez

Menider hubb-ı vatan Veys Karenden çıkamaz

Necâtî (Tarlan, 1997: 286)68

Kâşân: Türk-İslam sanatının zirveye ulaşan eski, önemli ve en renkli iç ve dış mimarî süsleme
unsuru çinidir. İlk çinilerin Orta Asya’da Kâşân’da imal edildiği kazılardan ve kaynaklardan
anlaşılmaktadır. Şehre izafeten bu sırlı çinilere Kâşî denmiştir. Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme’de
Kâşî çinilerle yapılan saray ve camilerden söz eder. (Dağlı-Kahraman, 2001: 4/75)

Çîn ü Mâçîni gezenler görmedi

Böyle Kâşî kasr u cây-ı pür-safâ

Azmî (Ceyhan, 2006: 138)

Kâşân, akrepleriyle meşhur bir şehirdir. Talihinin akrep burcunda ve Mirrîh’in tesiri
altında olduğu için akreplerinin çok, insanlarının da savaşçı olduğu söylenir. Akrepleri
dolayısıyla Farslar Kâşân’a “Şehr-i Kej-düm” derler. ((Dağlı-Kahraman, 2001: 4/47, 229)

Büyük İran şairlerinden Muhteşem-i Kâşânî (ö. 996/1588) şehrin en ünlü simasıdır:

Sarîr-i hâmemün dem-bestesi nutk-ı belâgatdür

Sen istersen şüküfte-bülbül-i Şîrâz u Kâşân ol

Cevrî (Ayan, 1981: 155)

Kâşân’da işlenen savaş aletlerinin fevkalade makbul olduğu, Diyarbakır ve Cıska’da
bile benzerlerinin yapılamadığı Seyahatnâme’de verilen bilgilerdendir.(Dağlı-Kahraman, 2001:
4/229)

Ken’ân: Hz. Yakup’un memleketi olan Ken’an, Filistin’de Sayda, Sur dolayları ile Suriye’nin
bir bölümünü içine alır. Nuh peygamberin oğullarından veya torunlarından olan “Ken an” adına
izafeten bu ismi almıştır. Edebiyatta “pîr-i Ken’ân” ile Hz. Yakup, “mâh-ı Ken’ân veya şâh-ı
Ken’an” ile de Hz. Yusuf kasdedilir.

Bûy-ı pîrâhen-i Yûsufla güzâr eylese bâd

Der-i beytü’l-hazeni açmaya pîr-i Ken’ân

Azmîzâde Hâletî (Kaya, 2003: 62)

Kerbelâ: Bağdat’ın güneybatısında bulunan Kerbela, Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin’in
şehit edildiği ve türbesinin bulunduğu yerdir. İslam âlemini yasa boğan Kerbelâ vakası için
“Maktel-i Hüseyin” türünde birçok eser kaleme alınmıştır. Şiirimizde Kerbelâ; matem, şehadet,
susuzluk gibi kavramlarla, şehit kanıyla sulanmış toprağının kudsiyeti ile anılır; çoğu zaman da
tasa, gam, keder anlamında “kerb ü belâ” terkibiyle ele alınır.

Âh ol derd ü belâ-yı Kerbelâ

Kerbelânın aslıdır kerb ü belâ

Adile Sultan, 227, 26/2969

Şehîd-i Kerbelâya su getürmek kasdın itmişsen

Seni elbette âlemde bu niyyet pây-dâr eyler

Fuzûlî (Akyüz, 1958: 80)70

Keşmîr: Hindistan, Pakistan ve Çin sınırında, Himalayaların eteğinde dağlık bir bölgedir.
Şiirimizde güzelleri ve gülü ile anılır:

Perî-rûyân-ı Keşmîrî olur pek cezbeli ammâ

Kulun eyler efendim gibi şûh-ı sîm-berden haz

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 320)71

Nazm-i Râşid tuhfe-i pâkîze-i İzmirdür

Hûbterdür Sâmiyâ bûy-i gül-i Keşmîrden

Sâmî (Kutlar, 2004: 524)

Ayrıca Keşmir’in Kaşmir denilen Tibet keçilerinin yünü (peşm) ile örülen şalları
(paşmîna) meşhurdur:

Târ u pûdı terk-i târ u pûd-ı hestîdir anun

Şâl-i dervîşî dokunmaz sevdiğim Keşmîrde

Nedîm (Macit, 1997: 346)

Nedîm Divanı’nda Keşmir, keten, mehtâb, beyazlık ve siyahlık unsurlarının birlikte
kullanılması dikkat çeker:

Dili hem-çün ketân fersûde etdi bir siyeh-çerde

Ki ta ’n eyler beyâz-ı gerdeni meh-tâb-ı Keşmîre

Nedîm (Macit, 1997: 345)72

Kirmân: İran’ın güney merkezinde bir eyalet ve şehrin adıdır. Edebiyatımızda kimyonu ile
meşhurdur.
Kirman ’a kimyon götürmek deyimi tereciye tere satmak anlamında kullanılır:

Sana gönül ve can bile getirsem Kirman’a kimyon götürmüş sayılırım.

Mevlâna (İzbudak, 1971: 1/256)

Ben niçe cân aparam k’ol hazrete ola kabûl

Çün kamu zîrelerün73 sen iy sanem Kirmânısın

Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 246) 74

Kirman geçmişte savaş aletleri yapımıyla, özellikle kılıçlarıyla ünlenmiştir. Ayrıca
büyük İran şairlerinden Hâcû-yi Kirmânî’(ö. 753/1352)nin memleketidir. Şairler bu iki hususa
da işaret ederek, Hâcû-yı Kirmânî’nin kılıç ve kalem münazarasını konu edinen Seb’u’l-Mesânî
adlı risalesini (Tokmak, 1996: 521) tedai ettirirler.

Hadîsinden kalurdı lâl olup dem-beste hayretde

Göreydi tîğ-i nazmum cevherin Hâcû-yı Kirmânî

Süheylî (Harmancı, 2007: 61) 75

Aldı şemşîr ile etrâfını Ak Kirmânun

Tîg-ı Hindî-nesebi olsa n ’ola Kirmânî

Mezâkî (Mermer, 1991: 195)76

Konya: Anadolu’nun en eski yerleşim merkezlerinden biri ve Selçukluların başkenti olan
Konya; mesire yeri Meram bağlarıyla meşhurdur. Evliyâ Çelebi Seyâhat-nâme’de; Mısır
(Feyyûm), Malatya (Aspuzu), Kefe (Sudak), Diyarbakır (Reyhân), İstanbul (Kâğıthane, Göksu),
İzmit (Topyeri), Antalya (Istanâz-ı İremezât) ve Darende bağları yanında Konya’daki Meram
bağlarından övgüyle söz eder. ((Dağlı-Kahraman, 2001: 4/16, Dağlı-Kahraman-Sezgin, 2001:
5/309) Çelebi Ayrıca Konya’nın beyaz ekmek, kâhî (kuru puaça cinsinden bir çeşit çarşı
böreği), çörek, ballı börek, zülbiye, pandı, pişmânî, tahîne, sâbûniyye(nişasta helvası)sinin
meşhur olduğunu bildirir; helvacılar çarşısından söz ederek
Konya’da âdeme helvâyı döğerek
yedirirler
latifesini nakleder. Meram bağlarında yetişen bir cins çiçeğin boya imalinde
kullanıldığı; mavi, sarı, pembe, turuncu ve kırmızı renkli cilalı Konya derilerinin Arap ve Acem
illerinde benzerinin olmadığı; marifetli debbağlarının ise yedi iklimde eşsiz olduğu; kuyumcu,
terzi, berber ve külahçılarının şöhreti; Konya külâhının yaygınlığı da kaydedilir. (Kahraman-
Dağlı, 1999: 3/20, 7/117) Klasik şiirimizde de Konya’nın Meram bağları, çizme ve külahlarıyla
konu edildiği görülür.

Mey ü mahbûbı avla evi terk it

Makâm eyle demidür Konya bâğın

Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 576)

Ber-güzârı Konyanun başı ayağı sâl mâh

Resm-i dîrîn üzre ya bir çizmedür ya bir külâh

Sâbit (Karacan, 1991: 565)77

Kütâhiyye: Kütahya günümüzde çok kaliteli porselenleriyle dünyaca meşhurdur. Şehirde on
beşinci yüzyıldan itibaren çini imalatı yapılmaktadır. (Dağlı-Kahraman, 2001: 4/159) Ancak
geçmişte üretilen çini ve porselen kap kacak düşük kaliteli, kalın ve kolay kırılan cinstendi.
Şairler Çin porselenlerinin yerini Kütahya porselenlerinin aldığını ama incecik, parmakla
vurulunca tınlayan zarif Çin mamulâtına benzemediğinden şikâyet ederler.

Gitdi erbâb-ı neseb itdi fürû-mâye zuhûr

Aldı fincân-ı Kütâhiyye yirin Fağfûrun

Nâbî (Bilkan, 1997: 772) 78

Küynük/ Göynük: Bolu’nun ilçesi Göynük, safranın yetiştirildiği yerlerdendir. Şiirimizde çoğu
zaman Küynük kelimesi hem yer adı anlamında hem de yara, yanık anlamlarında cinaslı
kullanmıştır. Ayrıca sararmış yüz, Göynük ve safran arasında ilgi kurulur.

Küynüklüsin nigâra ruh-i zerd ilet gönül

Küynüklü armağanı kamu za ’ferân olur

Necâtî (Tarlan, 1997: 203)

Mâçîn: Türkistan’ın doğusunda ve Tarım’ın güney-batısındaki çöllerde ve bunların
güneyindeki dağlarda yaşayan bir Türk kabilesine Mâçîn denirdi. Çin’in güney bölgesi
kabilenin adından dolayı Mâçîn adıyla anılmıştır. Şiirde genellikle Çin’le birlikte kullanılır.
Bölgenin güzelliği, nakkaşları, miski, buralardan alınan haraç gibi hususlarla anılır:

Çün ebru çîn ide yazdugı tevkî
Harâc-ı Çîn ü Mâçîn ola mahzar

Necâtî (Tarlan, 1997: 47)

Çîn ü Mâçîni gezenler görmedi
Böyle kasr-ı bî-kusûr-ı mutlakâ

Azmî (Ceyhan, 2006: 144)

Hatt-ı yâr ol zülf ucında müşg ile yazmış ki bu
Çîn ü Mâçînde düzülmiş düzd-i dil çengâlidür

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 193)

Medîne/ Medîne-i Münevvere/ Yesrib/ Taybe: Medine, Hz. Peygamber’in hicreti ve
mezarının (ravza-i mutahhara) orada olması sebebiyle Peygamber şehri olarak ele alınır. Ayrıca
hurması meşhurdur.

Oldı mânendi Medine hoş münevver gülsitân

Devha-i güldür menâre pertev-i envâr gül

Necâtî (Tarlan, 1997: 61)

Bâz itmeyelüm hadisden gayre dehen

Hurmâ-yı Medîne ile iftâr idelüm

Nâbî (Bilkan, 1997: 1215)

Mekke/ Mekke-i Mükerreme/ Bathâ/ Sevâd-ı A’zam: Mekke, Hz. Peygamber’in doğum yeri
ve Kâbe’nin bulunduğu, hac ibadeti için gidilmesi gereken şehirdir. Geçmişte hac yolculuğunun
meşakkatini ifade etmek için şehrin ve Mekke’ye giden yolların dikenli olduğu

Ka ‘be-i kûyun tavâfına ne sa ‘y eyler rakîb

Mekkeye varmak revâ mıdur müselmân olmayan

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 333)

Sa ‘y it Ahmed ‘ışka kim Merve hakıyçün dil-berün

Ka ‘be-i kûyı mugaylânı safâlar gösterür

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 186)79

Mısr: Mısır klasik şiirimizde adı çok geçen ülkelerden biridir. Genellikle kelimenin, “ülke,
memleket” anlamındaki sözlük karşılığı ile tevriye yapılarak ya da Hz. Yusuf ve Züleyha’nın
hikâyesi konu edilerek ele alınır. Mısır hükümdarlarına “azîz” denilmesi, Hz. Yusuf’un
güzelliği, Mısır’da zindana atılması, rüya tabirindeki ustalığı, Mısır’a sultan olması gibi konular
dile getirilir:

Nice Yûsuf-hüsni habs itdi zenahdânun çehi

Mısr-ı hüsne çünkim oldun ey lebi şekker azîz

Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 160)80

Şiirimizde Mısır’a sultan olmak deyimi; güce, saltanata, ikbale kavuşmak manasında
kullanılır:

Gedâ-yı kûyun olmakdur didüm âlemde maksûdum

Gülüp ol Yûsuf-ı sânî didi var Mısra sultân ol

Bağdatlı Rûhî (Ak, 2001: 781)81

Mısır ayrıca Nil nehrinin ülkeye katkısı, şeker kamışı ve şekeri, papağanları (tûtî),
geçmişte çok değerli olan kılıçları (Kahraman-Dağlı-Dankoff, 2007: 10/73) ile anılır.

Diyâr-ı Mısra eser kılmasaydı insâfun

Safâ-yı Nîl ile kesb itmez idi dad şeker

Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 55)82

Yûsuf-ı şîrîn-dehensin husrevâ didüm didi

Yok Behiştî Mısr-ı hüsnün bir şeker-güftârıyam

Behiştî (Aydemir, 2000: 406)83

Nahşeb: Nahşeb Özbekistan’ın ortaçağ şehirlerindendir. Arap coğrafyacıları tarafından
Nesef ismiyle zikredilir. İbn Mukanna adlı sihirbaz Nahşeb’de bir kuyudan ay çıkarır ve bu ay
altmış gün gökyüzünde görünürmüş. Şiirimizde bu ay mâh-ı Nahşeb, kuyu da çâh-ı Nahşeb
olarak anılır. (Onay, 1992: 279)

Zenahdânunla kim pehlû-be-pehlû sîb-i gabgabdur

Zenahdân çâh-ı Nahşeb sîb-i gabgab mâh-ı Nahşebdür

Nâbî (Bilkan, 1997: 1236)84

Necef: Irak’ın başkenti Bağdat’ın güneyinde, nüfusunun çoğunluğunu şiîlerin oluşturduğu ve
Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu yerdir. Hastalar şifa bulma ümidiyle bu türbeye hediye
getirirler.

Redd itme derdmendi eyâ Sâhibü’n-Necef
Virsün harîm-i hörmetüne hastalar tuhaf

Necâtî (Tarlan, 1997: 310)85

Nevşâd: Türkistan’da güzelleriyle meşhur şehirdir. Genellikle Helluh’la birlikte anılır.
Kemend-i silsile-i dilberân-i Çîn ü Hıtâ
Sinân-ı gamze-i hûbân-ı Helluh u Nevşâd

Nef’î (Akkuş, 1993: 145)86

Nîşâbûr: Horasan’ın tarihteki dört başkentinden biri olan, günümüzde İran’ın kuzeydoğusunda
yer alan şehir; depremleri (Çelebioğlu, 1989:127) ve firuze kaynakları ile meşhurdur. Nişâbûr,
aynı zamanda klasik Türk musikisinde mürekkep bir makam adıdır.

Kûh-ı temkîn ü vakârun eylese tahmîl eger

Arz-ı Nîşâbûr-veş kûy-ı zemîn lerzân olur

İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 86)

Boyandı gök dere fîrûze dökdi derdinden

Hirâs saldı Nişâbûra leşker-i nigehin

Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 350)

Vezân olsa Sıfâhân ü Irâka sarsar-ı kahrı

Eder lerziş temâyül ıztırâb arz-ı Nişâbûrı

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 569)87

Rûm /Diyâr-ı Rûm: Eskiden Doğu Roma imparatorluğu Anadolu’yu da içine aldığı için
Anadolu’ya Rûm, Anadolu’da yaşayan halka da Rûmî denilirdi. Klasik şiirde Diyâr-ı Rûm,
beyazlık, parlaklık, gündüz, ay (devr-i kamer), güzellik, güzellerin bolluğu, eğlence, şarâb,
harâmîlerin, esirlerin, tâcirlerin ve kâfirlerin çokluğu, peyniri gibi gibi unsurlarla ele alınır.

Çîn illerinün çok gözi âhûların ögme

Ey hâce bu Rûm illeridür bunda neler var

Bağdatlı Rûhî (Ak, 2001: 532)

Ey hâce Çîn metâ ‘ını ko kim bu Rûmdur

Bunda mey adlu hâs Frengî kumâş olur

Vasfî (Çavuşoğlu, 1980: 69)88

Sebâ/Sebe: Hz. Süleyman’ın eşi Belkıs’ın Yemen’de hükmü altında bulundurduğu zengin ve
güçlü ülkedir. Hz. Süleyman’ın kıssası dolayısıyla hüdhüd ve rüzgâr gibi unsurlarla birlikte
anılır.

Hüdhüd gibi peyâm-ı bahâr-ı visâl ile
Pervâz-ı şevk edip geliyor ez-Sebâ sabâ

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 276)89

Semerkand: Özbekistan’ın güneyinde yer alan bu tarihî şehrin adına dair farklı görüşler vardır.
Bunlardan biri de İskender’in çok sevdiği cariyesi Semer’le ilgilidir. Semer hastalanınca
hekimler ona havası, suyu güzel bir yere yerleşmesini tavsiye ederler. İskender Semer’i şehrin
bulunduğu yere gönderir; cariye burada sağlığına kavuşunca şehir kurulur ve adına Semer-kand
denir. (Botsalı, 1981: 151) Bu isimdeki “kand”, kent anlamındadır ancak divan şairleri
kelimenin “şeker” manasını öne çıkarırlar ve genellikle Kandehar’la birlikte ele alırlar:

Leb-i yârün hayâli yollarında

Semerkanddan gider dil Kandehâra

Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 248)90

Semerkand geçmişte önemli bir ilim ve kültür merkezi idi. Halen ayakta olan Uluğ Bey
Medresesi’nde Ali Kuşçu başta olmak zamanın âlimleri matematik ve astronomi eğitimi
veriyorlardı. Divan şairleri Âmûl ve Buhârâ yanında Semerkand’ı bu özelliğiyle anarlar:

Bildünse özün Rabbi bilüp ilme yitişdün

Lâzım değül olmazsa Semerkand u Buhârâ

Cemâlî (Derdiyok, 1994: 51), 1/33

Geçmişte Semerkandî kâğıtlar (Dağlı-Kahraman, 2001: 4/152; Öztürk-Örs, 2000: 659)
ve kilitler meşhurdu.

Hat-ı gerd-i leb-i la’lini sanma hûn-ı kurbânla

Semerkand üzre yazılmış du ’â-yı îd-i kurbândur

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 300)

Gözüm açalı kapu hayâli konuğına

Bağladı Semerkandı kapu hâba sanasın

Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 157)91

Seylân: Geçmişte bir adı Serendip, günümüzdeki adı da Sri Lanka olan Seylan’da; safir ve
Seylan taşı denilen, yapısında aluminyum ve demir bulunan siyah renkli bir cins granit çıkarılır.

Elmâs u la’l ü gevher-i Seylân eder zuhûr

Çeşm olsa eşk-bâr sefîd ü siyâh u surh

Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 267)

Şâm/ Dımışk: Şâm-ı Şerîf, Şâm-ı Cennet-meşâm adlarıyla da anılan, Suriye’nin başkenti Şam
dünyadaki en eski yerleşim merkezlerinden biridir. Emevîlerin başkenti olan bu tarihî şehir
geçmişte önemli bir kültür ve ticaret merkezi idi. Divan şiirinde Şam, Farsçadaki akşam ve
karanlık anlamındaki “şâm” kelimesiyle tevriyeli kullanılır, genellikle sevgilinin saçları ile ilgi
kurulur. Bunun dışında Şam’ın şiirimizde yer alan birçok özelliği vardır. Öncelikle Şam’ı konu
edinen;
Cennet Şam’ın altındadır veya Allah’ın yeryüzünden seçtiği bölge Şam’dır.

Yarattıklarının ve kullarının seçkinleri de oradadır. Ümmetimden bir cemaat hesapsız ve
cezasız olarak cennete girecektir
gibi uydurma hadislere şairlerimiz de işaret ederler.92

Bu hadîs içre ki Şâm altı durur bağ-ı Na’îm

Zâhidâ sâye-i zülfinde ruhın cennet bil

Necâtî (Tarlan, 1997: 58)

Cennet kohusı gelmege başladı meşâma

Yaklaşdı gibi kâfilemüz menzil-i Şâma

Üsküblü İshak (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1989: 301)93

Şehrin itibarını artırmak için Şam hakkında başka rivayetler de ortaya çıkmıştır. Hz.
İsa, Şam’da Emeviyye Camii’nin minaresine inecek, Mehdî de Şam’dan zuhur edecektir.

Menâr-ı Hazret-i Îsâya çıkdı Şâma geldükde

Görenler adl u dâdın çıkdı zann itdi Mesîhâyı

Azmîzâde Hâletî (Kaya, 2003: 91)

Nûr-ı ma ’nâ oldı çün rûşen sevâd-ı harfden

Şâmdan etse aceb mi subh-ı devlet iftitâh

Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 148)94

Hz. Hüseyin’in şehit edildiği, ehl-i beytin de Yezid’in askerine esir düştüğü geceye
“Şâm-ı garîbân” (gariplerin akşamı) denir. Bazen herhangi birinin öldüğü günün akşamına da
aynı isim verilir.

Mihr-i devlet baht-ı erbâb-ı dile âyînedir

Perde-keş subh-ı vatan Şâm-ı garîbân üstüne

Nedîm (Macit, 1997: 13)

Geçmişte savaş aletlerinin en iyileri Şam’da yapılır; Dımışkî kılıç, kalkan, mızrak ve
topuzlar tercih edilirdi. ((Kahraman-Dağlı-Dankoff, 2007: 10/73)

Benzedürlerse Dımışkî kılıca müjgânun

Aceb olmaz o meh-i sîm-beden gamlıdur

Bağdatlı Rûhî (Ak, 2001: 543)

Şam’da camcılık da ilerlemişti, Şam mamulu şişeler makbuldü. Ayrıca örneklerde
görüldüğü gibi Şam’ın gülsuyu da ünlüdür:

Akıdur şîşe-i Şâmî gibi Rum içre gül-âb

Şâm-ı zülfüne kılaldan berü çeşmüm seferi

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 390)95

Saçsa benefşe zülfine ol gül- ‘izâr âb
Şâmî gül-âb gibi olur müşg-bâr âb

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 126)96

Ne Şam’ın şekeri ne Arab’ın yüzü deyişiyle kültürümüzde de konu edildiği gibi Şam’ın
şekeri meşhurdur. Bir çeşit kül çöreği olan “kâk” da Şam’a mahsustur.

Nev-hatânın pür-halâvet bûse-i cân-perveri

Cümleden şîrîndir Şâmın nebât-ı sükkeri

Haşmet (Arslan-Aksoyak, 1994: 120)97

Şems-i rûyı ile Şâm kâkına dönmiş bedeni

Şerbet-i la ’le kırılmış gibi bekler nevbet

Refî-i Kâlâyî (Alpaydın, 2007: 20)

Şîrâz: İran’ın güneyinde yer alan bölgenin önemli bir ticaret merkezi, büyük bir şehirdir. Sa’dî,
Hâfız ve Örfî gibi büyük İran şairleri Şîrâzlıdır. Klasik şiirimizde bu şairler, bahçeleri ve gülleri
ile meşhur şehrin bülbülleri olarak nitelendirilir. Ayrıca şehirde cam işçiliği gelişmiştir.

Zebân-ı bülbül-i Şîrâzdan debîr-i felek

Sahîfe-i dile yazdı bu gûne güftârı

Şeyhülislâm İshak (Doğan, 1997: 158)98

Dehânın kırmadan urur hünerle çak miyânından

Eger âmâc-ı tîri olsa nâf-ı şîşe-i Şîrâz

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 629)

Şirvân: Kafkasya’nın üç büyük bölgesinden biridir. Halen halılarıyla meşhur şehir, şiirimizde
ünlü şair Hâkânî-i Şirvânî (ö. 595/1199) dolayısıyla ve geçmişte ipek üretim merkezlerinden biri
olmasıyla konu edilir.99

Harîr-i nüktemün âşüftesi zülf-i nezâketdür

Sen istersen hevâ-dâr-ı birîşîm-tâb-ı Şirvân ol

Cevrî (Ayan, 1981: 155)

Ya Örfıyem ya Hâkânî disem bu tabile câ ’iz

Ki itdüm Rûm u Mısrı gıbta-geh Şîrâz u Şirvâna

Fehîm-i Kadîm (Üzgör, 1991: 146)100

Tâ’if: Hicaz bölgesinde, Mekke’nin güneyinde yer alan şehir deri sanayiinde önem
kazanmıştır.101

Deri, ilâçlarla belâlara uğrar da Tâif derisi güzel bir hâle girer.

Mevlâna (İzbudak, 1971: IV/9)

Tarâz/Terâz/Tırâz: Güney Kazakistan’da Kırgızistan sınırında, Talas nehri üzerinde bir
şehirdir. Güzelleri ile meşhurdur. (Öztürk-Örs, 2000: 766)

Zâhide mezheb sorarsan zerk u tezvîr ü riyâ

Âşıka meşreb sorarsan hüsn-i hûbân-ı Tarâz

Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 252)

Tâtâr, Türk: Klasik Türk şiirinde Türklerle Tatarlar kast edilir ve yağmacı, zalim, kavgacı,
cesur, sarhoş, usta avcı, at binici ve ok atıcı gibi özelliklerle ele alınır. Tatar veya Türkler
güzelleriyle meşhurdur ve çoğu zaman Türk adı güzel anlamında sıfat olarak kullanılmıştır.
Tatar ülkesi ile Doğu Türkistan kastedilir ve misk, âhû, nâfe, bûy gibi unsurlarla birlikte
kullanılır.

Çeşm-i mahmûrûn ki dâyim fikri şûr u şerdedür
Hayr ola ol Türk-i mestün kasdı cân u serdedür

Çâkerî (Aynur, 1999: 108)

Kâmet-i servi havâ-yi kadd-i hoş-reftâr eger
Nâfe-i Tâtârı bûy-i zülf-i anber-bâr sır

Necâtî (Tarlan, 1997: 260)

Tebrîz: İran’ın kuzeybatısında yer alan büyük bir şehirdir. Divan şiiri coğrafyasında Şiî
inançların önemli bir merkezi olması102 yanında telli/çizgili bir çeşit kumaşıyla a
nılır.

Atlas-ı çarh üstine tertîb-i bezm-i şevk idüp

Telli Tebrîzî kumâş-ı nev döşetsün kehkeşân

İzzet Ali Paşa (1998: 148)

Tire: Aydınoğulları’nın yerleşim yerlerinden olan Tire, şiirde Farsça tîre kelimesinin “bulanık,
karanlık” anlamları ile ilgi kurularak Aydın’la birlikte ele alınır. (bk. Aydın)

Aydın içinde Tire/tîre durur hâl-i ârızun

Ruhsâr Germiyan hat-ı müşgîn Karasidür

Necâtî (Tarlan, 1997: 251)103

Tûs: İran’ın doğusunda geçmişte Meşhed dâhil pek çok yerleşim yerini içine alan idarî bir
bölge ve şehirdir. Beşinci ve en tanınmış Abbasî Halifesi olan Hârûn Reşîd (763-809) Tus’ta
vefat etmiş ve orada defnedilmiştir. Tus; Şeh-nâme müellifi Firdevsî-i Tûsî’nin (935-1020) ve

İmam Gazâlî’nin (1058-1111) memleketleri ve kabirlerinin bulunduğu yerdir. Şiîlerin sekizinci
imamı olan Ali Rızâ da 818’de Tus’un Sanâbâd kasabasında rivayetlere göre zehirlenerek şehit
edilmiştir. Klasik şiirimizde şehir; Firdevsî ve İmam Ali Rızâ’nın meşhedi olarak ele alınır.
Ayrıca, Hâlet Efendi’nin bir beytinde kırmızı Tus şalından söz etmesi İran’ın pek çok şehrinde
olduğu gibi Tus’ta dokumacılığın geliştiğine, şallarının meşhur olduğuna işaret eder
mahiyettedir.

Yidinci Mûsî-i Kâzım imâm-ı heft kişverdür
Şehîd-i Tûs itmişdür sekiz cennet Horâsânı

Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 285)104
Şeh-nâme-i ışk ile n’ola olsa Mezâkî
Firdevsî-i Îsî-nefes-i Tûs-ı mahabbet

Mezâkî (Mermer, 1991: 300)

Boyından aşdı mevc-i hûn-ı nâ-hakk ol sitem-hûnun
O ma’nâdur başında şâlı kâr-ı Tûs-ı gül-gûndur

Hâlet Efendi (Derdiyok, 2005: 46)

Vâsıt: Bağdat ve Basra arasında, Dicle boyunca yayılmış olan bu şehir, kamış kalemleriyle
meşhurdur. Eskiden usta yazıcıların kalemleri Vâsıt kamışlığından gelirdi.105

Bir iki safhayı hem-reng-i rûy-ı baht edicek
Elimdeki kalem-i Vâsıtîye geldi kelâl

Nedîm (Macit, 1997: 36)

Venedik: Venedik, geçmişte Avrupa’nın ticaret başkentlerinden biriydi. Venedik duka altınları
da Avrupa’nın en itibarlı parası idi. Osmanlı ticaret hayatında Venedik altınları kullanılır; sahte
olanları ayırmak için hakiki altınların üzerine “sahh” damgası vurulurdu.106

Hâline göre rızkı olaydı bed ü nîkin

Olmazdı zer-i tâm- ‘ayârı Venedikin

Haşmet (Arslan-Aksoyak, 1994: 155)

Yağmâ: Türkistan’da güzelleriyle meşhur şehirdir.

Gözün Keşmîr özün Rûmî benün Hindû lebün Mısrî
Görün bu Türk-i Yagmâyı niçe benzer Mogol-Çîne107

Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 232)

Yemân/Yemen: Arabistan yarımadasının güneyinde yer alan Yemen, Süheyl yıldızı ve akikle
birlikte anılır. Bu yıldız Yemen’den çok parlak göründüğü için en değerli kırmızı akik taşları
Yemen’den çıkarılırmış:

Akîkun rengi hûn-ı dîdedendür

Bahânedür Süheyl ile Yemende

Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 205)108

Yemen, Hz. Peygamber zamanında yaşamış, Peygamber âşıkı olmasına rağmen O’nu
görememiş olan Veysel Karenî’(Üveys bin Âmir el-Karnî)nin memleketidir. Yemen’in Karn
köyünden olan Veysel Karenî, deve güderek geçimini sağlar, gözleri görmeyen yaşlı ve hasta
annesine bakardı. Ömrü boyunca sevgili Peygamberimizin aşkı ile yanıp tutuştu; Resûlullah’ı
görmeği arzu etti fakat annesi kendisine bakacak başka kimsesi olmadığı için izin vermedi. Asr¬
ı saadette yaşamasına rağmen sahabe olamadı ancak tâbiindendir. Hakkında birkaç hadis-i şerif
vardır.109 Hz. Peygamber; zaman zaman mübarek yüzünü Yemen’e çevirip;
Yemen tarafından
rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum
demiş; Hakk’a yürümeden önce hırkasının Veysel Karenî’ye
verilmesini vasiyet etmiş, Hz. Ömer ve Hz. Ali Yemen’e giderek hâlen İstanbul-Fatih’teki
Hırka-i Şerif Camii’nde muhafaza edilen hırka-i saadeti Veysel Karenî’ye teslim etmişlerdir.

Rîh-i Rahmânı Yemenden ki o hazret buldı

Cân dimâğına dem-i Veys ayândan geldi

Erzurumlu İbrahim Hakkı (Külekçi-Karabey, 1997: 480)110

Yemen’e dair bir diğer husus da Tubba Meliki Es’ad Ebû Kerîb el-Himyerî ile ilgilidir.
Âlimlerden semavî kitaplarda müjdelenen son peygamber Hz. Muhammed’in geleceğini
öğrenen Es’ad Ebû Kerîb el-Himyerî, kaleme aldığı birkaç beyitlik şiirde, beklenilen
peygamberin Allah’ın resulü olduğuna dair inancını ve onun zamanına yetişmesi hâlinde ona
büyük bir sadakatle bağlanacağını belirtmektedir. Ebû Kerîb’in asırlar önce söylediği bu küçük
manzume muhafaza edilmiş, Medine’ye hicret ettiği zaman Eyyub el-Ensârî tarafından Hz.
Peygamber’e takdim edilmiştir. Melik de Hz. Peygamber tarafından ehl-i tevhid olarak
nitelenmiştir.111

Olmış idi şeh-i iklîm-i Yemen
Tubba ‘-i sâf-dil ü pâk-beden

Sâmî (Kutlar, 2004: 426)

Yemen kültürümüzde kahvenin geldiği diyar olarak bilinir:

Rindâna böyle göz mü karartırdı ehl-i keyf
Her yıl geleydi kahve Yemenden ziyâdece

Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 353)112

Sonuç

Klasik Türk şiirinde adı geçen ülke veya şehirlerin tanınmış özelliklerine dair bu
çalışmanın nihayetinde ortaya çıkan malzeme oldukça zengin ve çeşitlidir. Şairlerimiz duygu,
düşünce ve hayallerini ifade ederken yerleşim merkezlerinin bu özelliklerinden azami ölçüde
faydalanmışlardır. Diğer yandan klasik Türk edebiyatının kültürel ve coğrafî yönlerden derinlik
ve genişliğini burada verilen örneklerden de anlamak mümkündür.

KAYNAKÇA

AÇIKGÖZ, Nâmık (2009). “Necâtî Bey Dîvânı’ndaki ‘Karaman Bahşişi’ Deyimi ve Kaynağı”, I.
Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Sempozyumu 15-17 Nisan 2009- Ölümünün 500.
Yılında Şâir Necâtî Anısına,
Kocaeli, s. 22-24.

AK, Coşkun (1987). Muhibbî Dîvânı, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

AK, Coşkun (2001). Bağdatlı Rûhî Dîvânı-Karşılaştırmalı Metin, C. 1-2, Bursa: Uludağ Üniversitesi
Yayınları.

AKBAYAR, Nuri (2003). Osmanlı Yer Adları Sözlüğü, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

AKKUŞ, Metin (1993). Nef’î Dîvânı, Ankara: Akçağ Yayınları.

AKYÜZ, Kenan ve diğ. (1958). Fuzûlî-Türkçe Dîvân, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.

ALPAYDIN, Bilal (2007). Refî-i Kâlâyî Divanı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

ARI, Ahmet (2003). Mevlevilikte Bir Hanedanlık Kurucusu Sâkıb Dede ve Dîvânı, Ankara: Akçağ
Yayınları.

ARIKOĞLU, İsmail (2008). “Divan Şiirinde Şehir Adlarının Tevriyeli Kullanımı Aydın-Tire Örneği”,
Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 23-
Bahar, Konya, s. 177-186.

ARSLAN, Mehmet-AKSOYAK, İ.Hakkı (1994). Haşmet Külliyâtı, Sivas: Dilek Matbaacılık.

AYAN, Hüseyin (1981). Cevrî, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvanı’nın Tenkidli Metni, Erzurum:
Atatürk Üniversitesi Yayınları.

AYDEMİR [Tunç], Semra (1990). Dede Ömer Rûşenî, Hayatı, Eserleri ve Dîvânı’nın Tenkidli Metni,
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

AYDEMİR, Yaşar (2000). Behiştî Divanı: Behiştî, Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Divanın Tenkidli Metni,
Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

AYNUR, Hatice (1999). 15. Yy. Şairi Çâkerî ve Dîvanı İnceleme - Tenkitli Metin, İstanbul: Yenilik
Basımevi.

AYPAY, A. İrfan (1998), Lâle Devri Şairi İzzet Ali Paşa Hayatı, Eserleri, Edebî Kişiliği, Divan-Tenkitli
Metin, Nigâr-nâme-Tenkitli Metin,
İstanbul.

BİLGE, Mustafa L. (1991). “Âmûl”, TDVİslâm Ansiklopedisi, İstanbul, C. 3, s. 99.

BİLKAN, Ali Fuat (1997). NâbîDîvânı, C. I-II, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

BOTSALI [YENİTERZİ], Emine (1981). Muhammediye Şerhi’ndeki Kelimeler, Mazmunlar ve
Kavramlar
, Mezuniyet Tezi, Konya: Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü.

CEYHAN, Âdem, (2006). On Altıncı Asır Osmanlı Âlimlerinden Azmî Pîr Mehmed Bey ve Dîvânı,
Manisa.

CUNBUR, Müjgan (1982). Âlî, Hattatların ve Kitap Sanatçılarının Destanları (Menâkıb-ı Hünerverân),
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1979). Amrî Dîvânı Tenkidli Basım, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1980). Vasfî, Dîvan (Tenkidli Basım), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1997). Yahyâ Bey-Dîvan (Tenkidli Basım), İstanbul: İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmed-TANYERİ, M. Ali (1981). Hayretî, Dîvan (Tenkidli Basım), İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmed-TANYERİ, M. Ali (1987). Zâtî Dîvânı (Edisyon Kritik ve Transkripsiyon)
Gazeller Kısmı
: III. Cild, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmed-TANYERİ, M. Ali (1989). Üsküblü İshâk Çelebi, Dîvân-Tenkidli Basım,
İstanbul: Mimar Sinan Üniversitesi Yayınları.

ÇAVUŞOĞLU, Mehmet (1982). Helâkî, Dîvan (Tenkidli Basım), İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları.

ÇELEBİOĞLU, Âmil (1989). Ali Nihad Tarlan, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

ÇELİKOĞLU, Şahver (1985). Sezayi-i Gülşenî Divânı, İstanbul: Yazı Yayıncılık.

ÇIPAN, Mustafa (2003). Fasîh Divanı, İnceleme-Tenkidli Metin, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

DAĞLI, Yücel-KAHRAMAN, Seyit Ali (2001). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi-Evliya Çelebi b. Derviş
Mehemmed Zıllî-4. Kitap, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 305 Yazmasının Transkripsiyonu-
Dizini
, İstanbul: YKY.

DAĞLI, Yücel-KAHRAMAN, Seyit Ali-SEZGİN, İbrahim (2001). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi-Evliya
Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî-5. Kitap, Topkapı Sarayı Bağdat 307 Yazmasının
Transkripsiyonu-Dizini
, İstanbul: YKY.

DERDİYOK, İbrahim Çetin (1994). Cemâlî, Hayatı, Eserleri ve Dîvânı, Harvard University.

DERDİYOK, İbrahim Çetin (2005). Hâlet Efendi Divançesi (İnceleme-Metin-Tıpkıbasım), Adana:
Karahan Kitapevi.

DOĞAN, Muhammed Nur (1997). Lâle Devri Şairi Şeyhülislâm İshak ve Dîvânı, İstanbul: Millî Eğitim
Bakanlığı Yayınları.

DOĞAN, Muhammed Nur (1997). Şeyhülislâm Es’ad Efendi ve Divanının Tenkidli Metni, İstanbul: Millî
Eğitim Bakanlığı Yayınları.

ERDEM, Sadık (2005). Neylî ve Dîvânı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını.

ERDEM, Sargon (1991). “Bâbil”, TDVİslâm Ansiklopedisi, İstanbul, C. 4, s. 392-395.

ERGİN, Muharrem (1980), Kadı Burhaneddin Divanı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları.

ERSOYLU, İ. Halil (1989). Cem Sultan’ın Türkçe Divan’ı, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

FAYDA, Mustafa (1994). “Ebvâ”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, C. 10, s. 378-379.

GÖKYAY, Orhan Şaik (1995). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi-Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî-1.
Kitap: İstanbul, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 304 Yazmasının Transkripsiyonu-Dizini,
İstanbul: YKY.

GÜREL, Rahşan [t.y.]. Enderunlu Vâsıf Divanı, İstanbul: Kitabevi.

HARMANCI, M. Esat (2007). Süheylî Ahmed bin Hemdem Kethudâ, Dîvân, Ankara: Akçağ Yayınları.

İBN KESÎR Ebu’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer (1394). es-Sîretü’n-Nebeviyye, C. III, 2. bs. Beyrut.

İPEKTEN, Haluk (1974). Karamanlı Nizâmî, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Ankara: Atatürk
Üniversitesi Yayınları.

İPEKTEN, Haluk (1990). Nailî Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.

İSEN, Mustafa (1990). Usûlî Dîvânı, Ankara: Akçağ Yayınları.

İZBUDAK, Veled (1971). Mevlâna, Mesnevî, C. I-VI, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

KAHRAMAN, Seyit Ali-DAĞLI, Yücel-DANKOFF, Robert (2007). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi-
Evliya Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî-X.Kitap, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Türkçe
Yazmalar 5973, Süleymaniye Kütüphanesi Pertev Paşa 462, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı
Beşir Ağa 452 Numaralı Yazmaların Mukayeseli Transkripsiyonu-Dizini,
İstanbul: YKY.

KAHRAMAN, Seyit Ali-DAĞLI, Yücel (1999). Evliya Çelebi Seyahatnâmesi-Evliya Çelebi b. Derviş
Mehemmed Zıllî- III. Kitap, Topkapı Sarayı Kütüphanesi Bağdat 305 Numaralı Yazmanın
Transkripsiyonu-Dizini
, İstanbul: YKY.

KALKIŞIM, Muhsin (1994). Şeyh Gâlib Dîvânı, Ankara: Akçağ Yayınları.

KAPLAN, Mahmut (1996). Neşâtî Divanı, İzmir: Akademi Kitabevi.

KARACAN, Turgut (1991). Bosnalı Alaeddin Sabit, Divan, Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Yayınları.

KARAHAN, Abdülkadir (1966). Kanunî Sultân Süleyman Çağı Şairlerinden Figânî ve Divançesi,
İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.

KAYA, Bayram Ali (2003). The Dîvân of Azmî-zâde Hâletî, Harvard University.

KUTLAR, Fatma Sabiha (2004). Arpaeminî-zâde Mustafa Sâmî, Dîvân, Ankara: Kalkan Matbaacılık.

KÜÇÜK, Sabahattin (1994). BâkîDîvânı-Tenkitli Basım, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.

KÜLEKÇİ, Numan-KARABEY, Turgut (1997). Dîvân, Erzurumlu İbrâhîm Hakkı, Erzurum: Atatürk
Üniversitesi Yayınları.

MACİT, Muhsin (1997). Nedîm Divânı, Ankara: Akçağ Yayınları.

MENGİ, Mine (1995). Mesîhî Dîvânı, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını.

MERMER, Ahmet (1991). Mezâkî, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı’nın Tenkidli Metni, Ankara: Atatürk
Kültür Merkezi Yayını.

MERMER, Ahmet (1997). Karamanlı Aynî ve Dîvânı, Ankara: Akçağ Yayınları.

MERMER, Ahmet (2004). Kütahyalı Rahîmî ve Dîvânı, İstanbul: Sahhaflar Kitap Sarayı.

MİRAS, Kâmil (1982). Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, C. VI, 6. bs.,
Ankara.

ONAY, A. Talât (1992). Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, hzl. Cemâl Kurnaz, Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

ÖZDEMİR, Hikmet (1996). Âdile Sultan Dîvânı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

ÖZMEN, Mehmet (2001). Ahmed-i Dâ‘î Dîvânı (Metin- Gramer-Tıpkı Basım), C. I, Ankara: Türk Dil
Kurumu Yayınları.

ÖZTÜRK, Mürsel-ÖRS, Derya (2000). Mütercim Âsım Efendi, Burhân-ı Kâtı’, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.

PAYDAŞ, Kazım (2004). “Akkoyunlular Döneminde Ticaret”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları Dergisi,
S. 36, Ankara, s. 213-223.

ŞEMSEDDİN Sâmî (1996). Kâmûsu’l-A’lâm, C. 1-6, Ankara: Kaşgar Neşriyat.

TARLAN, Ali Nihad (1967). Zâtî Divanı, C. 1, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları.

TARLAN, Ali Nihad (1970). Zâtî Divanı, C. 2, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Yayınları.

TARLAN, Ali Nihat (1945). Hayâlî Bey Dîvânı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.

TARLAN, Ali Nihat (1997). Necati Beg Divanı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

TARLAN, Ali Nihat (2005). Ahmet Paşa Dîvanı, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları.

TOKMAK, A. Naci (1996). “Hâcû-yı Kirmânî”, TDVİslâm Ansiklopedisi, İstanbul, C. 14, s. 520-521.

TULUM, Mertol-TANYERİ, M. Ali (1977). Nev’î, Dîvan, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları.

TURAN, Selami (2009). “Necâtî Beğ’in Şiirlerinde Yer Adları”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal
Bilimler Dergisi,
S. 220, Aralık, s. 135-154.

UZUN, Şerife (2008). “Cem Sultan’ın Türkçe Divanı’nda Hacca Dair Unsurlar”, Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Araştırmaları Dergisi,
S. 24-Güz, Konya, s. 177-186.

ÜNAL, İ. Hakkı (2000). “Şehirlerin Faziletiyle İlgili Uydurma Hadisler ve Hayru’l-Buldan Risalesi”,
Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, C. 41, Ankara, s. 67-90.

ÜRÜN, Ahmet Kâzım (2003). “Edebiyat ve Ticaretin Buluştuğu Noktalar Panayırlardan Günümüz
Fuarlarına”,
Nüsha, Y.III, S. 10, Yaz, s. 161-165.

ÜZGÖR, Tahir (1991). Fehîm-i Kadîm, Hayatı, Sanatı, Dîvân’ı ve Metnin Bugünkü Türkçesi, Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Yayını.

WILSKI, Hans, “Venedik Duka Altınlarına Osmanlılar Tarafından Vurulan ‘Sah’ Damgası”,
www.turknumismatik.org.tr.

YAVUZ, Orhan (2002). Kansu Gavrî'nin Türkçe Dîvânı (Metin-İnceleme-Tıpkıbasım), Konya: Selçuk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları.

YAZAR, Sadık (2006). Seyyid Şerîfî Mehmed Efendî; Hayatı, Divanı ve Hilyesi, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul: Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

ZÜLFE, Ömer (2006). On Altıncı Yüzyıl Şairi Selîkî ve Şiirleri, Ankara: Edebiyât.

1

Prof. Dr., Mevlana Üniversitesi Mevlana Sosyal Araştırmalar Merkezi Müdürü, eyeniterzi@mevlana.edu.tr

2

Klasik Türk Şiirinde Coğrafî Mekânlar

Klasik Türk şiirinde coğrafî mekânlar kapsamında; ülke, şehir, ilçe, semt, dağ, deniz,
ada ve nehir adları verilir. Ülkelere çoğunlukla kavim adlarının; “diyâr, hıtta, iklîm, il, illeri,
memleket, milket veya mülk” kelimeleriyle tamlama yapılmasıyla işaret edilir. Bu şekilde adı
geçen yurt veya kavimler şunlardır: Acem /Fürs /Îrân, Âd, Alaman, Anatolı, Arab /Sevâd-ı Arab
/Arabistân, Arnabud, Âzerbaycan, Berber, Bulgâr, Çerkes, Çîn, Efgân, Fireng /Efrenc /Freng
/Frenk /Frengistân, Engürüs, Franca /França /Fransa, Habeş, Hind /Hindûstân, Kıpçak, Kırım,
Kirmânşâhân, Leh, Macar, Mısr, Moğol, Moğol-Çîn, Mosko /Moskov, Nemçe /Avusturya,
Nogay, Osmânî, Özbek, Pars, Rûm, Rus, Tâtâr, Tûrân, Türk /Etrâk /Türkmân /Türkistân,
Ye’cüc ve Zeng /Zengî /Zengibâr.

Divanlarda adı geçen dağlar ise; Ağır (Ağrı), Arafât, Bî-sütûn, Cebel-i Nûr, Cebel-i
Rahme, Cudî, Elbürz, Hira, Kâf, Karacadağ, Kazdağı, Merve, Necd, Safâ ve Tûr /Tûr-ı Sînâ’dır.
Bunlardan Bî-sütûn, Ferhâd u Şîrîn hikâyesi ile
kûh-ı gam veya kûh-ı belâ nitelemeleriyle ele
alınır. Sağlamlığın, gücün, yüceliğin ve erişilmezliğin sembolü olan Kâf Dağı’nın dünyayı
kuşattığı ve kanaatin timsali Zümrüd-i Ankâ’nın mekânı olduğu rivayet edilir. Tûr Dağı ise Hz.
Musa’nın Cenab-ı Hak’la konuştuğu ve İlâhî tecelliyi müşahede ettiği yerdir; temâşa, Mûsâ,
âteş gibi unsurlarla birlikte verilir.

Klasik şiirimize konu olan denizler; Aden /Bahr-i Aden, Akdeniz /Bahr-i Sefîd /Bahr-i
Rûm /Deryâ-yı Sefîd, Azak, Bahreyn, Bahr-ı Muhit (Atlas Okyanusu), Bahr-ı Sifanyol, Ba
hr-i
Kulzüm (Kızıldeniz), Bahr-i Mağrib, Bahr-i Ummân /Bahr-i Ahdar, Karadeniz /Âb-ı Siyâh
/Bahr-i Siyâh’tır. Bu denizlerden Bahr-i Ummân çeşitli özelliklerle anılır. Umman, okyanus
anlamındadır. Ancak Bahr-i Ummân olarak kullanılınca şairler Hint Okyanusu’nu kastederler ve

3

   Necâtî (Tarlan, 1997: 401).

4

Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 185); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 80, 89); Erzurumlu İbrâhîm Hakkı (Külekçi-
Karabey, 1997: 64); Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 504); Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 241); Mezâkî
(Mermer, 1991: 520); Sezâyî-i Gülşenî (Çelikoğlu, 1985: 182, 275); Vasfî (Çavuşoğlu, 1980: 151).

5

   Necâtî (Tarlan, 1997: 251, 473); Zâtî (Tarlan, 1967: 338).

6

   “Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların) uydurdukları yalanların ardına
düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki
Hârût ve Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler. Hâlbuki o iki melek, ‘Biz ancak
imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz görüp de) sakın küfre girme’ demedikçe, kimseye (sihir)
öğretmiyorlardı. Böylece (insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı. Hâlbuki
onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi. (Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar
veren, fayda getirmeyen şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı.
Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi.” (Bakara, 2/102)

7

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 353, 431); Azmîzâde Hâletî (Kaya, 2003: 61); Cevrî (Ayan, 1981: 237); Enderunlu
Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 289); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 327); Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 187); Zâtî
(Tarlan, 1967: 298).

8

   Bağdatlı Rûhî (Ak, 2001: 611); Mezâkî (Mermer, 1991: 560); Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 222).

9

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 261); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 130); Vasfî (Çavuşoğlu, 1980: 84).

10

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 266); Hayâlî (Tarlan, 1945: 50); Necâtî (Tarlan, 1997: 87).

11

   Necâtî (Tarlan, 1997: 307, 349); Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 606); Sezâyî-i Gülşenî (Çelikoğlu, 1985 : 248, 466);
Zâtî (Tarlan, 1970: 357).

12

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 344).

13

   Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 209); Mezâkî (Mermer, 1991: 276).

14

   Hayâlî (Tarlan, 1945: 121); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 354, 537); Necâtî (Tarlan, 1997: 427).

15

   Mezâkî (Mermer, 1991: 276).

16

   Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 362).

17

   Evliyâ Çelebi (Kahraman-Dağlı, 1999: 3/82).

18

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 189); Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 618).

19

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 175, 185); Figânî (Karahan, 1966: 59); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 134); Mezâkî
(Mermer, 1991: 211); Necâtî (Tarlan, 1997: 469); Nedîm (Macit, 1997: 16); Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 68);
Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 418).

20

   Cemâlî (Derdiyok, 1994: 51).

21

   Necâtî (Tarlan, 1997: 435).

22

   Usûlî (İsen, 1990: 51); Bağdatlı Rûhî (Ak, 2001:276).

23

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 91); Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 45, 66, 85, 206); Cevrî (Ayan, 1981: 152); Çâkerî
(Aynur, 1999: 154); Figânî (Karahan, 1966: 60); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 84); Zâtî (Tarlan, 1967: 148).

24

   Hayâlî (Tarlan, 1945: 147; Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 71).

25

   Hâlet Efendi (Derdiyok, 2005: 58); Hayretî (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1981: 262); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 410);
Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 370); Usûlî (İsen, 1990: 66).

26

   Çâkerî (Aynur, 1999: 220).

27

   Azmî (Ceyhan, 2006: 107); İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 86), 5/43.

28

   Bâkî (Küçük, 1994: 400); Haşmet (Arslan-Aksoyak, 1994: 177); Zâtî (Tarlan, 1967: 360).

29

   Mezâkî (Mermer, 1991: 234).

30

   Sâmî (Kutlar, 2004: 268).

31

   Mezâkî (Mermer, 1991: 240); Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 71).

32

   Necâtî (Tarlan, 1997: 515, 551).

33

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 153, 162); Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 393); Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974:
139); Necâtî (Tarlan, 1997: 159); Üsküblü İshak (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1989: 155).

34

   Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 210); Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 278); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 146,
240, 256); Usûlî (İsen, 1990: 70).

35

   Nâbî (Bilkan, 1997: 832).

36

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 21, 186, 245, 314).

37

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 49, 146, 278, 341); Cemâlî (Derdiyok, 1994: 93); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 161);
Cevrî (Ayan, 1981: 277); İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 216); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 293); Karamanlı
Nizâmî (İpekten, 1974: 178); Mezâkî (Mermer, 1991: 394); Necâtî (Tarlan, 1997: 235, 257, 399); Vasfî (Çavuşoğlu,
1980: 116).

38

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 185); Cem Sultan ((Ersoylu, 1989: 45, 80, 191); Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974:
178); Üsküblü İshak (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1989: 212); Vasfî (Çavuşoğlu, 1980: 114).

39

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2002: 159, 189); Necâtî (Tarlan, 1997: 220).

40

   Nedîm (Macit, 1997: 297).

41

   Âdile Sultan (Özdemir, 1996): 225); Azmîzâde Hâletî (Kaya, 2003: 108).

42

   Mezâkî (Mermer, 1991: 276); Nef’î (Akkuş, 1993: 145); Neylî (Erdem, 2005: 66).

43

   Fehîm-i Kadîm (Üzgör, 1991: 196).

44

   Fehîm-i Kadîm (Üzgör, 1991: 692).

45

   Necâtî (Tarlan, 1997: 289).

46

   Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 191); Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 327); Cemâlî (Derdiyok, 1994: 101).

47

   Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 113).

48

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 153).

49

   Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 82), 204/4; Üsküblü İshak (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1989: 123); Zâtî (Tarlan, 1967:
217, 375).

50

   Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 93).

51

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 195, 256, 267); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 178); Fuzûlî (Akyüz, 1958: 97); Necâtî
(Tarlan, 1997: 64); Zâtî (Tarlan, 1967: 205).

52

   Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 193; Necâtî (Tarlan, 1997: 81).

53

   Fuzûlî (Akyüz, 1958: 26); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 4); Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 390); Mezâkî
(Mermer, 1991: 195); Nedîm (Macit, 1997: 34); Nef’î (Akkuş, 1993: 52).

54

   Zâtî (Tarlan, 1967: 205).

55

   Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 266); Kansu Gavrî (Yavuz, 2002: 114).

56

   Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 80).

57

   Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 33, 106).

58

   Bâkî (Küçük, 1994: 153).

59

   Nef’î (Akkuş, 1993: 288); Neşâtî (Kaplan, 1996: 123).

60

   Bağdatlı Rûhî (Ak, 2001: 602); Zâtî (Tarlan, 1970: 65).

61

   Azmî (Ceyhan, 2006:125, 128); Hayretî (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1981: 163, 168, 169); Mezâkî (Mermer, 1991: 234);
Necâtî (Tarlan, 1997: 338, 431, 535); Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 143).

62

   Cevrî (Ayan, 1981: 155); Haşmet (Arslan-Aksoyak, 1994: 97); İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 149); Nev’î (Tulum-
Tanyeri, 1977: 327).

63

   Azmîzâde Hâletî (Kaya, 2QQ3: 83); Nef’î (Akkuş, 1993: 149).

64

   Helâkî (Çavuşoğlu, 1982: 3Q); Fehîm-i Kadîm (Üzgör, 1991: 4Q8); Mezâkî (Mermer, 1991: 297); Nâbî (Bilkan,
1997: 981, 1Q77); Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 252).

65

   Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 613); Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 534); Sâmî (Kutlar, 2004: 390).

66

   Nâmık Açıkgöz (2009). “Necâtî Bey Dîvânı’ndaki ‘Karaman Bahşişi’ Deyimi ve Kaynağı”, I. Uluslararası Türk
Dili ve Edebiyatı Sempozyumu 15-17 Nisan 2009- Ölümünün 500. Yılında Şâir Necâtî Anısına, Kocaeli 2009: 22¬
24.

67

   Necâtî (Tarlan, 1997: 525); Behiştî (Aydemir, 2000: 311).

68

   Sâkıb Dede (Arı, 2003: 145).

69

   Karamanlı Nizâmî (İpekten, 1974: 78).

70

   Azmî (Ceyhan, 2003: 130); Sâkıb Dede (Arı, 2003: 91).

71

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 170); Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 188, 349); Nedîm (Macit, 1997: 353)

72

   Nedîm (Macit, 1997: 343).

73

   zîre: kimyon.

74

   Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 332, 350, 361, 368).

75

   Bâkî (Küçük, 1994: 17); Cevrî (Ayan, 1981: 155); Şerîfî (Yazar, 2006: 304/14).

76

   Nef’î (Akkuş, 1993: 52).

77

   Sâbit (Karacan, 1991:544, 548).

78

   Nâbî (Bilkan, 1997: 658); Sâbit (Karacan, 1991: 565).

79

Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 236/4).

80

Behiştî (Aydemir, 2QQQ: 471); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 165); Çâkerî (Aynur, 1999: 178); Necâtî (Tarlan, 1997:
4Q4, 535; Selîkî (Zülfe, 2QQ6: 48).

81

8Q Azmî (Ceyhan, 2QQ6: 1Q3); Mesîhî (Mengi, 1995: 212); Necâtî (Tarlan, 1997: 257, 284).

82

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2QQ1: 2Q1); Ahmed Paşa (Tarlan, 2QQ5: 221); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 114); Kansu
Gavrî (Yavuz, 2QQ2: 116); Kütahyalı Rahîmî (Mermer, 2QQ4: 139); Nâbî (Bilkan, 1997: 689); Necâtî (Tarlan, 1997:
29Q); Sâbit (Karacan, 1991: 41Q).

83

   Azmîzâde Hâletî (Kaya, 2QQ3: 92); Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 376).

84

   İzzet Ali Paşa (Aypay, 1998: 83); Mezâkî (Mermer, 1991: 479); Şeyh Gâlib (Kalkışım, 1994: 3Q2).

85

   Bağdatlı Rûhî (Ak, 2QQ1: 189); Cevrî (Ayan, 1981: 313); Hayretî (Çavuşoğlu-Tanyeri, 1981: 242); Kansu Gavrî
(Yavuz, 2QQ2: 134).

86

   Neylî (Erdem, 2005: 191); Mezâkî (Mermer, 1991: 276).

87

   Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 565); Nedîm (Macit, 1997: 15); Sâkıb Dede (Arı, 2003: 75).

88

   Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 537); Necâtî (Tarlan, 1997: 158, 178, 179, 212, 270, 365); Nev’î (Tulum-Tanyeri,
1977: 243); Sezâyî-i Gülşenî (Çelikoğlu, 1985: 68); Zâtî (Tarlan, 1967: 150).

89

   Behiştî (Aydemir, 2QQQ: 428); Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 81).

90

   Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 283).

91

9Q Nev’î (Tulum-Tanyeri, 1977: 535).

92

   İ. Hakkı Ünal (2000). “Şehirlerin Faziletiyle İlgili Uydurma Hadisler ve Hayru’l-Buldan Risalesi”, Ankara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,
C. 41, Ankara, s. 74-77.

93

   Necâtî (Tarlan, 1997: 219); Haşmet (Arslan-Aksoyak, 1994: 276); Taşlıcalı Yahyâ (Çavuşoğlu, 1977: 430).

94

   Helâkî (Çavuşoğlu, 1982: 53); Ahmed Paşa (Tarlan, 2005: 361).

95

   Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 85).

96

   Ahmed Paşa (Tarlan, 2QQ5: 145).

97

   Enderunlu Vâsıf (Gürel, [t.y.]: 279, 31Q); Haşmet (Arslan-Aksoyak, 1994: 3Q4).

98

   Cevrî (Ayan, 1981: 223); Mezâkî (Mermer, 1991: 355); Nâbî (Bilkan, 1997: 66); Usûlî (İsen,199Q: 225).

99

   Kazım Paydaş (2QQ4). “Ak-Koyunlular Döneminde Ticaret”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi
Tarih Araştırmaları Dergisi,
S.36, Ankara, s. 22Q.

100

   Fehîm-i Kadîm (Üzgör, 1991: 2Q4).

101

   Ahmet Kâzım Ürün (2003). “Edebiyat ve Ticaretin Buluştuğu Noktalar Panayırlardan Günümüz Fuarlarına”,
Nüsha, Y.III, S. 10, s. 163.

102

   Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 632).

103

   Necâtî (Tarlan, 1997: 473).

104

   Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 102).

105

   Müjgan Cunbur (1982). Âlî, Hattatların ve Kitap Sanatçılarının Destanları (Menâkıb-ı Hünerverân), Ankara, s.
104.

106

   Hans Wilski, “Venedik Duka Altınlarına Osmanlılar Tarafından Vurulan ‘Sah’ Damgası”,
www.turknumismatik.org.tr.

107

   Nazîm (Onay, 1992: 431).

108

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 82); Cem Sultan (Ersoylu, 1989: 140); Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 437); Necâtî
(Tarlan, 1997: 160).

109

   Veysel Karenî hakkında; “Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte tâbiînin hayırlısıdır”, “Kıyamette Allahu Taâlâ Üveys
suretinde yetmiş bin melek yaratır, Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahu Taâlâ’nın
bildirdiğinden başka kimse hangisinin Üveys olduğunu bilmez” ve “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve
Mudar kabilelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyamette şefaat edecektir” hadis-i şerifleri buyurulmuştur.

110

   Ahmed-i Dâ’î (Özmen, 2001: 8); Cevrî (Ayan, 1981: 113); Erzurumlu İbrâhîm Hakkı (Külekçi-Karabey, 1997:
65); Kadı Burhâneddin (Ergin, 1980: 327, 427); Karamanlı Aynî (Mermer, 1997: 400).

111

   İbn Kesîr Ebu’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer (1394). es-Sîretü’n-Nebeviyye, 2. bs. Beyrut, C. III, s. 18; Kâmil Miras
(1982).
Sahîh-i BuhârîMuhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, 6. bs., Ankara, C. VI, s. 45.

112

   Refî’-i Kâlâyî (Alpaydın, 2007: 23).